27 Aralık 2011 Salı

(Y)ep(Y)eni (Y)ıl



Yeni yılda her şeyiniz yeterli olsun !


En kötü zamanlarda bile ayakta kalmanıza yetecek kadar
güzelliklerle dolu bir yaşam sürmenizi diliyorum.

Aydınlık bir bakış açısına sahip olmanıza yetecek kadar
güneş diliyorum.

Güneşi daha çok sevmenize yetecek kadar
yağmur diliyorum.

Ruhunuzu canlı tutmaya yetecek kadar
mutluluk diliyorum.

Yaşamdaki en küçük zevklerin daha büyükmüş gibi algılanmasına yetecek kadar
acı diliyorum.

İsteklerinizi tatmin etmeye yetecek kadar
kazanç diliyorum.

Sahip olduğunuz her şeyi takdir etmeye yetecek kadar
kayıp diliyorum.

Ve...
son "elveda"yı atlatabilmenize yetecek kadar
"merhaba" diliyorum.



Yeni yıl hepinizin gönlüne göre olsun !
Hepinize yeterli olsun !

22 Aralık 2011 Perşembe

(V)ooDoo DoLL



        Herkesin az çok bir kulak aşinalığı vardır bu VooDoo büyüsü olayına, VooDoo bebeklerine. Bezden yapılan, gözleri genelde düğme olan ve sağına soluna hatta istediğiniz her yerine iğne batırılabilen bebeklerdir bunlar. Genel inanışa göre bu yarı sempatik yarı korkunç bebeklere her batırdığınız iğne, nefret ettiğiniz bir insanın canının yanmasına neden olur. Mesela VooDoo bebeğinizin koluna iğne batırırsanız, o insanın kolu ağrımaya başlar, bacağına batırırsanız bacağı ... Son nokta kalbidir! Eğer VooDoo bebeğinizin kalbine iğneyi batırırsanız, nefret ettiğiniz insan ölür!!
      
        Vay anasını dedirtecek bu olay, VooDoo hakkında az çok bilgisi olan insanlar için aynen bu anlattığım bilgilerden ibarettir. Oysa gerçekler bunlar değildir...

        VooDoo; Afrika'da hala geçerli olan dinlerden biridir. Afrika kıtasında yaşayan kabilelerin bir kısmı hala bu dine inanmakta ve dinin adetlerini yerine getirmektedirler. Bu kabilelerde her yeni doğan çocuğun bir VooDoo bebeği yapılır. Din liderleri toplanır, hazırlanmış olan VooDoo bebeğine dualar okur, bir nevi VooDoo büyüsü yaparlar. Bu hazırlanan bebek yeni doğan çocuğun VooDoo bebeği olur ve ömrünün sonuna kadar onun yanında kalır.

        Yepyeni VooDoo bebeğine kavuşan çocuğumuz ömrü boyunca başına gelebilecek her türlü sorunda VooDoo bebeğine başvurabilecektir. Mesela; kolunda her hangi bir ağrı ya da sorun olduğunda VooDoo bebeğine batıracağı iğnelerle kolundaki sorunu düzeltebilecektir. Yani kısacası VooDoo bebeği onun koruyucu meleği olacaktır.

        Farz-ı misal bizim çocuğun VooDoo bebeği bir başkasının eline geçti. İşte o zaman boku yedi! Bebeği kaptırdığı kişi kötü kalpli biriyse ve bizim ufaklığın canını yakmak istiyorsa, tahtalıköye gitmenin zamanı yaklaşmış demektir. Bebeği çalan kişi tek hamlede; iğneyi VooDoo bebeğinin kalbine saplayarak, bebeğin sahibini yani bizim veledi öldürebilir.

        Eğer bizim çocuk VooDoo bebeğini kimseye kaptırmadan hayatını yaşar ve sonuna gelirse, yani ölürse, dini liderler cenaze töreninde tekrar toplanır, ölen çocuğumuzun VooDoo bebeğine dualar okur, büyüler yapar ve sonra bebeği yakarlar. Böylece bir VooDoo bebeğinin daha sonuna gelinmiş olur.

        Afrika'daki VooDoo dinine inanan kabilelerin tek amacı; ruhu bedende taşımak yerine bir bebeğin içine hapsetme ve istenildiği zaman müdahale edebilme düşüncesidir.

        VooDoo o kadar ilgimi çeken bir inanış ki; odamda peluş oyuncakları, duvarımda fotoğrafları, anahtarlıkları, bilgisayarımda duvar kağıtları ve hepsinden öte yaptırdığım ilk dövme ile kolumda taşıdığım ve en sevdiğim dövmem oldu (bakınız yandaki fotoğraf).

        Ben kendi VooDoo bebeğimi kendi kolumda taşıyorum; ta ki ölene kadar!

20 Aralık 2011 Salı

(Ü)zerinize afiyet



        Bir insanı sadece yazdıkları ile az buçuk tanıyabilirsiniz. Kullandığı kelimeler, kurduğu cümleler karakterine dair ipuçları verir. Kelimeleri kullanma gücü olanları takip etmeye başlarsınız. İlginizi çeker yazdıkları, okursunuz, yorum yaparsınız. Gittikçe "taşlar yerine oturmaya başladı" diye düşünürsünüz. Hiç görmemişsinizdir sonuçta. Karakteri hakkında yorum yapmaya da başlarsınız. Bu adam çok duygusal, çok bunalım, çok eğlenceli, çok çok çok!

        Sonra bir gün görürsünüz o uzun zamandır takip ettiğiniz, belki de zaman zaman blogunu okuduğunuz insanları. Onlar hakkında yaptığınız yorumların ya da düşündüğünüz şeylerin kimisi doğru çıkmıştır, kimisi ile yakından uzaktan alakasız.

        Ve anlarsınız; kelimelerin gücü vardır ama tek başlarına değil, kelimeleri kullanmayı bilenlerle tanışarak daha da anlamlı hale geldiklerini görürsünüz.

13 Aralık 2011 Salı

(U)zun Lafın Kısası



          Yol şarkılarım vardır benim. Her yola çıktığımda istisnasız dinlediğim hüzün kokan şarkılardır onlar. Bazısını herkes bilir, bazısını hiçkimse bilmez. Bana özeldir ayrı ayrı her biri. Vurucu cümleleri vardır, alır uçurup götürür adamı yerinden, yurdundan, ailesinden, dostundan... Kelimelerin tek başına anlamları sadedir; ancak yan yana geldiklerinde anlam yüklü olurlar. İşte benim anlam yüklülerimden bazıları ...

1- Aylin Aslım - Kimdi Giden Kimdi Kalan (http://fizy.com/#s/1ajeqd)
" Aslında giden değil; kalandır terkeden"
2 - Pilli Bebek - Olsun (http://fizy.com/#s/1ahs2s)
" Sanki yıllardır uzaktayım ben, özlemlerim hep sessiz derinden"
3 - Gripin - Hiç Gelme Gideceksen (http://fizy.com/#s/1ahw08)
" Kimler geçerken içimden, bir sen vardın melekleri imrendiren"
4 - Athena - Yalan (http://fizy.com/#s/1ai6wo)
" Yalnız kendine inkarın, sadece senden kaçarsın, halin ele verir anlamazsın"
5 - Cem Adrian - Nereye Gidiyorsun (http://fizy.com/#s/12h9te)
" Unut ne yaptı sana, unut ne söyledi, unut ne varsa vazgeçtiğin"
6 - Şebnem Ferah - İstiklal Caddesi Kadar (http://fizy.com/#s/1d78m7)
" Hücreme girdin dokundun hücrelerime, buluttum damladım"
7 - Pamela Spence - Gerçek Hayat (http://fizy.com/#s/1cmrky)
" Bildiğim şeyleri anlatmak istiyorum herkese; sonra deli diyecekler diye korkuyorum yine"
8 - Asfalt Dünya - Beni Severmiş O (http://fizy.com/#s/1ahowf)
" Kalbinde belirsiz bir yolun kuşkusu, titrek sesinde umutların avuntusu"
9 - TNK - Yansın (http://fizy.com/#s/1ry57t)
" Yansın dünyam, düşsün tüm sözlerim, sonuna geldim artık gidişlerin"
10 - Feridun Düzağaç - Cumartesi (http://fizy.com/#s/1ajf3n)
" Bugün orda da Cumartesi mi? Sen de beni benim kadar özledin mi?"
11 - Aslı Gökyokuş - Kırıp Döktüklerim (http://fizy.com/#s/2b6y6m)
" Umutsuzluğu biriktirdim küçük küçük kumbaramda,hayallerim bile başka hayatlardan bozma"
12 - Zakkum - Biraz Uyu (http://fizy.com/#s/1xgw57)
" Kurşuna dizilmiş yalnızlığın yanına uzan ve biraz uyu"
13 - Teoman - Kim (http://fizy.com/#s/1ai68y)
" Ben tutarken nefesimi; ağzından aldığım, ağzımda sakladığım, uçup gitmesin diye"
14 - Emre Altuğ - Neyleyim (http://fizy.com/#s/1ahs9w)
" Şarabı dudağından içip öyle sevmişim"
15 - Mara - Son (http://fizy.com/#s/14s5k9)
" Her gün aşkı yeni baştan yazdım, belki kanım boşa aktı, belki kırmızı bir kurdeleydi kanım"
16 - Seksendört - Şimdi Hayat (http://fizy.com/#s/2b7kla)
" Koşarak kaçtım çocukluğumdan, büyümeyi öğrenemedim hala"
17 - Redd - Prensesin Uykusuyum (http://fizy.com/#s/1ai6pi)
" Ben kimin uydu'suyum, uymadı mı sorgusuyum"
18 - Sakin - Bu Defa (http://fizy.com/#s/1ahe5e)
" Bir defa kalsam yanında, hayat; güzel hikayemde kalınca"
19 - Anima - Yağmurla Gelen (http://fizy.com/#s/1ai8wc)
" Hamurdan çamurdan küçücük insanlar kesin artık ağlamayı, ıslandım yeteri kadar"
20 - Luxus - Yuvasız Kuş (http://fizy.com/#s/1ah56e)
" Dertsiz olan bir insan gece gündüz içer mi? Gece gündüz derdimden içiyorum arkadaş"
21 - Çamur - Sergüzeşt (http://fizy.com/#s/14vhy0)
" Hayatlar içinden hayat seçmişim, hiç birşey farketmez kendimden geçmişim"
22- Vega - Ankara (http://fizy.com/#s/1aicmg)
" Kalanlardan biri ben, arkada bıraktığım sen, kim olduğunu biliyorsan söylesen"

12 Aralık 2011 Pazartesi

(T)NK


İki rayı gibiyiz bir tren yolunun, yakın olması neyi değiştirir son istasyonun ?

11 Aralık 2011 Pazar

(Ş)ehr-i İstanbul


        Bir sigarayı kaç dakikada içersiniz ?
Benim bir dal sigarayı içmem sadece 4-5 dakika sürüyor. Hele de hava soğuksa ve açık havada içiyorsam ortalama 2-3 dakika.
        Peki bu süre boyunca kaç kişi sizden sigara isteyebilir ?
Nice'den Paris'e geçerken uçağı kaçırdım (kaçırdığına sevinen tek insan benimdir sanırım). Aynı gün içinde Paris'e giden başka uçak olmadığı için trene binme fikri çok parlak bir fikir olarak gelmişti aklıma. Interrail planları yaparken bir trenin ortalama ne kadar olduğuna dair az çok bir fikrim vardı; o yüzden ne kadar pahalı olabilirdi ki ! Nice tren istasyonuna vardığımda bu fikrin pek de parlak bir fikir olmadığını trenin fiyatını öğrenince anladım. Bir buçuk saatlik uçak yolculuğu için ödediğim ücret 65 Euro'ydu. Oysa 6 saatlik Nice - Paris treni için 120 Euro ödeyince üzerine bir bardak soğuk su içmek çok daha kolaydı. İstasyonun önünde tren saatimi beklemeye koyulduğumda bir sigara yaktım. Dedim ya; hava soğukken bir dal sigarayı ortalama 2-3 dakikada içebiliyorum. Ve bu 2-3 dakika içinde tam 8 kişi bana "sigaran varmı" diye sordu! Evet Fransa'da sigara pahalıydı (Winston Light 5.70 Euro), ama kardeşim bu kadar da olmaz ki !!

        Nice tren istasyonunda beklerken farkettim ki; sadece güzel ülkemin istasyonlarında değil, dünyanın tüm istasyonlarında aynı hüzün, aynı ayrılık havası hakimdi. Tren istasyonları şehirlerin, ülkelerin hüzün kapılarıydı.

        Bugün 17.00 itibariyle güzel şehrim İstanbul'a geri döndüm. Şimdi şehr-i İstanbul'a kapılma vakti. Uzaklarda olmak güzel; ama çok çok çoook özlemek kötü...

        En dip not: Rüzgarı önüme katıp gidesim var bilinmeyene !

8 Aralık 2011 Perşembe

(S)okağın Zulası

        O'nunla tanışmamız bir aşkın bahçesinde gerçekleşti. O kadar samimi ve o kadar sevecendi ki; alıp O'nu kendi bahçeme dikmeye kıyamadım. Ben O'nu olduğu yerde, o aşkın bahçesinde sevmeye alıştım.

        İlk karşılaşmamızda benden hiç haz etmediğini düşünmüştüm. Hatta orada bulunmamdan rahatsız olduğunu ama kibarlık nedeniyle bunu dile getirmediğini sanmıştım. Oysa ben O'nu ilk görüşte sevmiştim. Zamanla anladım ki O da beni sevmiş, o ilk izlenimlerimin hepsi yanlışmış.

        Öyle bir insan düşünün ki; sabah müzik sesi ya da patırtı - gürültüyle uyanmak istemeyen, uyandığı zaman bir dal sigarası yarım paket kahvesi evde hazır bulunması gereken, miskinliği seven, bir o kadar da enerji aşılayan, en büyük en çözülmez sorunlara fikir anası olan, her tenden her sesten insanın derdini dinleyen, tiyatro vazgeçilmez yaşam kaynağı olan, iki zıt kutubu bir arada tutmasını bilen ve bunu zor olsa da her koşulda başarabilen, gerekirse en yakınını bile karşısına alan, elinden kalemi, dilinden esprileri, kalbinden sevdikleri düşmeyen, gözü kara, ruhu temiz bir insan O.

        İki kadeh şarabı doldurup dinlenesi müzik eşliğinde O'nunla sohbet etmek; zamanı ipe dizip geceyi uykuya yatırmak kadar güzeldir. Sabahın nasıl geldiğini anlamaz insan; yeterki O da olsun muhabbetin içinde.

        Kalbi katı görünür, duygularını dile getirmez sıkça ama ruhu pamuk gibidir; görmesini bilen, kalbine ulaşabilen için. Sokağın Zulası'dır O; en çıkmaz sanılan, en karanlık sokağın aydınlık köşesidir. İnsan huzur bulur O'nun yanında. Bazen iki satır şiir, bazen çakır keyif sohbet, bazen de sessiz kelimeler eşlik eder O'na.  

        O şimdi yepyeni bir bloga başladı! Elinden bırakmadığı kalemiyle karaladığı cümleleri şimdi klavyenin tuşlarından bizler için dökülüyor. Eğer bir bloggersanız, bu blogu takip etmeyerek çok büyük bir hata yapmış olursunuz. İşte benim "Sokağımın Zulası", nam-ı diğer "Kızıl Meczup" ve blogspot adresi : http://vetanrikanseriyaratti.blogspot.com/ hepinize keyifli okumalar !

7 Aralık 2011 Çarşamba

(R)est of My Life



        Uçak 20 dakika gecikmeli olarak pistin başına geldiğinde, kalbimin atış hızı beni inanılmaz rahatsız ediyordu. Küçücük pencereden dışarı baktığımda yeni doğan günün ilk ışıklarını görebiliyordum. Dünya dönüyor, hayat devam ediyordu; ama sanki ben sıkışıp kalmıştım şu minicik beyaz kuşun içinde! Pilot hiç aşina olmadığım bir dilde anonsunu yaptığında artık zamanı geldiğini anlamıştım. Hemen ardından motorlar çalışmaya başladı, ağır hantal demir yığını yayından fırlayan ok misali hızlandı hızlandı hızlandı ... İşte o an farkettim; ben uçaktan korkuyordum! Hem de hiçbir şeyden korkmadığım kadar. Atatürk Havalimanı penceremin önünden bir film şeridi misali geçip gidiyordu. Aklımda dolaşan binbir kötü düşünceyle gözlerimi kapattım. Bedenim koltuğa yapışmış, ellerim sıkı sıkı kemerimi turuyordu. Derken tüm vücudumda bir hafiflik hissettim; anında gözlerimi açtım. Bir zamanlar sevmediğim şehir İstanbul ayaklarımın altındaydı, bense kuş olsam dahi yükselemeyeceğim yüksekliklere doğru çıkıyordum.

        İlk binişim olmamasına rağmen ben uçaktan korkuyordum. Kim ne derse desin ya da kim ne düşünürse düşünsün ruhu binlerce feet yükseklikte uçurmak bana göre değildi. Koskoca dünyada minicik olduğumu hissetmek ürkütücüydü. Şimdi geriye kaldı iki uçak yolculuğu daha; biri cuma günü Cannes'dan Paris'e, diğeri pazar günü Paris'ten İstanbul'a !

        Daha şimdiden herşeyi çok özledim !

P.S-1: Fransız şarabı isteyen el kaldırsın :)
P.S-2: Olmm burda şaraplar votkalar viskiler çok ucuz laan :) ortalama 5-15 Euro'ya satılıyooo (12-36 TL)

4 Aralık 2011 Pazar

(P)aris

       
        Bu gece sabaha karşı Paris'e gidiyorum. Çünkü Fransa'da düzenlenen ILTM 2011 turizm fuarına bu sene beni götürüyor patron. Bir haftalık Fransa ziyareti boyunca çok yorulacağımın, zaman zaman gezebileceğimin, bol bol şarap içebileceğimin farkındayım. Mutlu gibiyim; çünkü yepyeni bir ülkeyi baştan keşfetme şansım olacak sokak sokak, cadde cadde ama aynı zamanda içim içimi kemiriyor.

        Hani derler ya 6. his ya da bir nevi "aptala malum olma" durumları diye, işte aynı o duygular içerisindeyim. Bir yanım gidip görmem ve gezmem gerektiğini söylüyor diğer yanım asla o uçağa binmememi. O kadar enteresan bir duygu ki bu; ne mutlu olabiliyorum ne de üzülebiliyorum. O yüzden de içim içimi kemiriyor işte.

        Saat 04.25'de uçak havalandığı an; herşey için çok geç kalacağımı hissediyorum. Sevdiklerime, özlediklerime, hayatıma, yalnızlığıma, herşeye uzak! Ve içimdeki o pis ses; gitmemem gerektiğine dair baskı yapmaya devam ediyor.

        Kimbilir belki içimdeki sesi dinlemeliyim. Belki de dinlemediğim için bu "son" yazım olabilir. Karamsar görünebilirim; ama değilim. Tüm suç şu iç sesimde! Gitmek-kalmak arasında debelenip durmamda.

        Olur da bu son yazım olursa; benim için henüz tam zamanı olmadığını bilin yeter ...

        Kendinize iyi davranın,

        Hoşça'kalın ...

1 Aralık 2011 Perşembe

(Ö)zel



Mayın tarlasında dolaşıp durmuşum aşk sanıp da
Herkes arkamdan bağırmış kimseyi duymamışım.
Savaş filmlerinde olur ya yaralı yaralı devam etmişim
Sonuna kadar aşk ya yanımdasın sanmışım !!

Mayın tarlasında yürüyüp durmuşum aşk sanıp da
Tel örgülerde durmamış bir delikten geçmişim.
Herşey bana dur demiş kulağım darbe almış duymamışım
Sonuna kadar aşk ya sadece inanmışım !!

Koşmuşum
Düşmüşüm
Kalkmışım
Sevişmek sevmekten gelir
İnanmışım
Elimden tuttuğunda öyle bir güvenmişim ki
Bize birşey olmaz sanmışım
Hep sanmışım !!

Mayın tarlasında bir adam sevmişim aşk sanıp da
Soyunup korkusuzca çırılçıplak kalmışım
Aşk filmlerinde olur ya işte öyle sevmişim sonunda
Bedenim sağlam bulunmuş; yüreğim paramparça
!!


01 Aralık Anısına ...

San'a değer de geçer
Ben'i deler de geçer
Seyreden güler de geç'er

27 Kasım 2011 Pazar

(O)rta Şekerli




Hayatın en hüzünlü anı;

Mevsimine kapıldığın kişinin bahçesinde açabilecek bir çiçek olmadığını anladığın andır.

26 Kasım 2011 Cumartesi

özledi(M)



        Hani vardır ya Issız Adam filminin o unutulmaz sahnesi; erkek kıza ayrılmak istediğini söyler, "ayrılalım" der, tek kelimeyle bitirir işi. Kız önce anlamaz, saçmalar, sonra çakar durumun vahimetini. Bilir son cümle söylenmiştir; sevse bile yalvarmak bi'çaredir. Sayar söver erkeğe, bağırır çağırır, yıkar döker ortalığı, zabada zubada... Tüm sinir stresini attıktan sonra çıkar gider kapıdan. Erkek koşar peşinden; o bilindik, klasik yalanlarını savurur ortalığa. Kız uyanıktır, yemez! Bitmişse bitmiştir onun için. İki havalı cümle söyleyip basar gider erkeğin yanından.

        Erkek alışık değildir bu ilişki ayaklarına; raconuna terstir. Yalnızlığa alışmıştır o. Hergün yeni biriyle tanışmak, yatıp kalkmak, sorumluluk almamak, kendi hayatını yaşamak filan fişmekan gibi şeylerin peşindedir. Evet kızı sevmiştir. Ya da sevmeyi denemiştir. Hayatından çıkmasını istememiştir ama buna da engel olmamıştır.

        Kız deseniz ayrı bi dünya! Filmde göremediğimiz ama sonrasında kızın ağzından dinlediğimiz sahneler gelir ardı ardına. Erkekten ayrıldıktan sonra neler yaptığını anlatır. Biraz abartır, ama sevmiştir işte. Bi'gün unutur, sonra başka birine aşık olur.

        Filmin asıl koptuğu sahne ise; erkeğin artık kızı tamamen unuttuğunu düşündüğü en zamansız zamanda, temizlikçi kadının bulup da diş fırçalığın içine koyduğu kızın tokası sahnesidir. Erkeğin eli çarpar, diş fırçalarını koyduğu zamazingo düşer. Bir anda kızın tokası ortaya çıkar. Erkek görür tokayı, sonrasında deli gibi özler kızı! Anıra anıra ağlamaya başlar; evet hasretlik kolay değildir ama olan olmuştur.

        Özlemek güzeldir efendim! İster bağıra çağıra ağlamaklı olsun, ister sessizce anlık duygu geçişi olsun; özlemek güzeldir!

PS1: Çağan Irmak'ın bu haftasonu vizyona giren "Dedemin İnsanları" filmi şiddetle merak edilmektedir. Saygılarımla. Nokta. Bitti!

PS2: (M) harfini unutup atlamak da varmış şu blogu yazarken, yazıklar olsun bana! Tüüü!

=]

24 Kasım 2011 Perşembe

a(N)kara


Sevenlerden biri ben,
Arkada bıraktığım sen,
Kim olduğunu biliyorsan
söylesen

Yağmur dönerken kara,
Şarkılar var falımda,
Hepsi sana bu gece
Ankara

19 Kasım 2011 Cumartesi

(L)ullaby



Adın dilimde yankılanır dar gelen gecelerimin sabahında. Saatler bir o kadar ağır işler, seni aklıma daha çok mıhlamak istercesine. Çıkaramam aklımdan seni sabahı hiç gelmeyen koyu siyah zifiri gecelerde. Bir balgam gibi atasım gelir seni boğazımdan, öksürdükçe boğazıma düğümlenirsin, ta ki ses'imi kesene kadar.

Saklarım ben içimde seni. Kimsecikler göremez, bilemez. Anlayamazlar ne beni ne de içimdeki seni. Döksem içimdekileri; bilirim ucuz bulurlar seni. Korkarım o yüzden seni özlediğim gecelerde. Birileri duyar da gelir diye ses'siz ağlarım. Duvarlar şahidim olur, tıpkı daha önce birçok şeye şahit oldukları gibi. Soğuktur, tepkisizlerdir ama herşeyimi bir onlar bilir. Yargılamaz, sorgulamaz sadece dinlerler.

Gözlerin gelir aklıma. Gecenin siyahına karışan o kara gözlerin. Alabildiğine sonsuz bulurum onları. Sadece gözlerinin içine bakıp binlerce karamsar şiir yazabilirim; beni, seni ve bizi anlatan. Birçok cümle kurup, hepsini üç noktayla bitirebilirim. Kifayetsizlikten değil, kelimelerin yetmediğindendir bu. Belki sen doldurursun yarım bıraktığım kelimeleri kimbilir.

Yüzün gölgeler gecemi. Ansızın beliren, saatlerce bilinçaltımı kemiren o hatsız ve sonsuz yüzün. İşte o geceler fırlarım yataktan. Camı açarım hızlıca, ister dondurucu soğuk olsun ister ılık meltem içime çekerim havayı hoyratça. Hep böyle gecelerde camı açtığımda bembeyaz şehirle karşılaşmayı umut ederim. Çünkü bilirim senin en saf ve temiz haline benzer karla kaplı şehirler. Ağzımdan çıkan buhara aldırmayıp bir sigara çakarım geceye. Kibrit yanıp biterken zehirlerim tertemiz, el değmemiş, saf ve bembeyaz şehri.

Gece oyun oynar bana, sana benzetirim karanlıktaki gölgeleri. Beyaz ruyaya lanet okurum, benden çaldığı hayallerim için. Bir iz bir işaret ararım... çıt çıkmaz. Sinirlenirim kendime. Elimin tersiyle fırlatırım sigaramı soğuk beyaz zemine. Yere değdiği an söner gider umarsızca.

Seni özlerim ben;
ne kelimeyle
ne sesle
ne de görüntüyle.
Sadece içimden;
ses'sizce...

12 Kasım 2011 Cumartesi

(K)ış






















Çocuk avuçlarım sığındı yine mülteci ceplerime.
Bir şeyler bekliyor beni ; yeni bir mevsimin içinden geçer gibi,
anne sütünden dün kesilmiş gibi
yada baharda ölmek gibi bir şeyler bekliyor sanki beni.
Sabitleniyorum durduk yere kendime,
uyandığım yatak,baktığım güneş,içtiğim kahve
ve dökülen yapraklar sonbaharı fısıldıyor kulaklarıma.
İstasyonda tren bekleyen evsiz bir bedene sarılır uyanıyorum yarı saydam rüyalarımdan.
O vakit hiçbir yatak toplamıyor beni
ve artık pencerem aralıkken bile üşüyorum bağıra çağıra kış geliyor işte.
Yalın ayak dolaşıyorum kendi içimde,
sanki siyah beyaz bir filmde alt yazı unutulmuş gibi sessizim odalarda.
Bir kahve fincanının sapı kadar sıcağım sadece.
Mektuplar yazıyorum zarfların üzerine.
Saclarım dağılıyor artık camdan sarkarken ,
anladım ki mevsim iç geçiriyor hafif hafif..

Bir şeyler değişiyor dünya üstünde,
sanki birileri doğuyor bana çok uzak bir ülkenin başkentinde,
çocuğun adı 'Sen'..
İçim düşüyor yüksek bir menzilden,
telefonlarım acık unutulmuş gibi sessiz bu aralar
ve akşam üstü hiç olmadığı kadar güneşsiz..
Ve ben de ona inat bir o kadar düşsüz,
biraz da kelimesizim bu aralar.
Saclarım sakallarıma karıştı yine,
bakmıyorum uyanır uyanmaz aynalara artık,
tutamıyorum verdiğim hiçbir sözü.

Acizim,kendimden dışarıya adım bile atmaya.
Salıncak kurdum bu yüzden tam kapımın eşiğine
Öne düşsem kendimden kaçacaktım,
arkaya düşsem çocukluğuma dönecektim
Ben sallanmayı seçtim,durunca saçlarımı kestim..

Sen sanki inip kalkan göğsümde dönüp duran nefestin,
Tam seni düşünürken bir saksım olsun istedim,
Bir ' sebep ' dikerdim içine
ve cam önünde kışı seyrederdik usul usul diye düşledim…

20 Ekim 2011 Perşembe

(İ)kibinonbir


Mevsim rencide ederken ulu orta beni
Artık buralarda elektrikler daha sık kesilir oldu
Avuçlarım mahrumiyetin kol gezdiği bir bölge sanki
Kaldırımlarda açlıktan ölmüş köpekler
Duvarlarda yarısı dişlenmiş kalpler
Banklarda geceden kalma fahişeler
Kol gezerken içimde kaçak sevişen sevgililer
Bağıra çağıra seni istiyorum çizerken bedenimi dikenli teller

Her gece dolanıyorum saçlarında
Ağzımda büyüyor lokmalar
Sanki içimde parende atıyor paslı jiletler

Organlarım en küçük yapı taşlarına kadar ayrılıyor
Huzursuzluğumda sessizlik ve sensizlik hüküm sürüyor
Odamda adım başı adın yankılanıyor
İçinde boğulduğum o havuz sanki yaz için temizleniyor
Evimde zamansız bir tekinsizlik kol geziyor
Dağıldı saki ruhum ;

Asırlardan beri korunmuş antika bir vazonun yere düştüğü an gibi
Seviştiğimiz yataktan bile duyulan ezan sesi gibi
Yüzmeyi yeni öğrenmişken beni bıraktığın gözlerin gibi
Görüş gününü kaçırmış pişman bir sevgili gibi
Ağlıyorum işte şimdi ,hiç deniz görmemiş çocuklar gibi.

San'a... [ BİR EKİM İKİBİNONBİR]

5 Ekim 2011 Çarşamba

(H)astalıkta Sağlıkta

 
Basit yaşayacaksın.
Basit.
Mesela susayınca su içecek kadar basit...
Dört çıkacak, ikiyle ikiyi çarptığında.
Tek düğmesi olacak elindeki cihazın;
Tek bir düğme, tek bir cümle gibi...
Sevince lafı dolandırmadan söylediğin
"seni seviyorum" gibi
Basit bir öpücük yetecek sana...
Basit, sıcak bir öpücük;
ve o öpücükle dolacak tüm günlerin,
tüm düşlerin.
O öpücük için yapacaksın hayatının kavgasını,
Öpücük için yiyeceksin hayatının dayağını.
Kabak çekirdeği verecek sana
rakamların veremediği mutluluğu.
El yazısıyla yazılmış eğri büğrü bir
mektup olacak en değerli kağıdın
hep yanında taşıdığın, atmaya kıyamadığın.
İki harekette giyiniverecek,
iki harekette soyunuvereceksin.
Kısacık olacak uyanman,
ve yola çıkman arasında geçen süre;
Kısacık olacak sıcacık kollara dolanman
ve
Kendin bile anlayabileceksin yazdıklarını;
bakışların bile anlatabilecek kendini.
Beklentilerin de basit olacak:
Kaf Dağı'nın önünde bekleyecek mutluluklar.
Bir ıslıkta bulabileceksin en uzun
dostluk romanını;
ya da bir damla gözyaşı yaşatacak sana
en ucuz romanını;
Pankreasının sağlığına dua edeceksin
kapatırken gözlerini.
Zafer işareti yapacaksın tuvaletten
çıkarken.
Bir kaşarlı tost olacak aradığın
asıl oturacağını bilemediğin sofrada,
parmakların en kıymetli çatalın.
Yine, aynı parmaklar çözecek en
karmaşık denklemleri.
İskender'in kılıcı duracak avukat
rehberinin yanında.
Bir filarmoni orkestrası veremeyecek sana
kontrplak bir gitarda doğru basılmış
bir fa diyezin mutluluğunu
Makyajı ilk "a" sına kadar bilmen yetecek.
Temizlik kokacak en pahalı parfümün.
Bilmiyorum" diyebileceksin
bilmediğinde ve
çok normal olacak "bilemeyişin".
Tek dereden su getirmen yetecek,
bir "istemiyorum" diyebilmeye,
Ne durduğu fark etmeyecek abanın altında.
Saatin, sadece saati gösterecek,
Telefonunu sadece telefon etmek için
kullanacaksın,
Küçük bir not defteri olacak "bilgini"
en hızlı "sayan"
Basit yaşayacaksın, basit.
Sanki yaşamın bir gün sona erecekmiş
gibi
basit...
Çay simit ve peynirle...

19 Eylül 2011 Pazartesi

(G)eçmiş

        Bir hafta önce en yakın arkadaşlarımdan birinin doğum gününü kutlamak için Taksim'deydik. Tüm plan ve hazırlığı bizzat kendim yapmıştım. Başlangıç mekanı olarak Leyla Teras'ı seçmiştim. Pastayı orada kestikten sonra gecenin ilerleyen zamanında ne yapmak istiyorsak kendimiz belirleyecektik. Buluşma mekanı Leyla Teras'a geldiğimizde beş kişiydik, daha sonra gelen arkadaşlarla beraber sayımız sekize çıktı. Eğlenceli bir gruptuk. Hepimiz anlaşabiliyorduk ve bu gece sapına kadar eğlenmek istiyorduk. Leyla'da içip çakır keyif olduktan sonra canımız shot yapmak istedi. Nereye gitmemiz gerektiğine dair değişik fikirler olsa da son karar Montreal'di. İstiklal'in Asmalı tarafında şirin bi bardı Montreal. Binbir çeşit shot seçeneğinin arasından kendime seçtiğim 8 shotı arka arka çakarken, arkadaşımın donmuş bakışlarıyla karşılaştım. Sırtım kapıya dönük olduğu için ne olduğunu anlamam biraz zaman almıştı. Arkadaşımın baktığı yöne kafamı çevirdiğimde üzerinde çizgili kapişonlusu ve kulağındaki küpesiyle O'nu gördüm! Arkadan görmüştüm ama görür görmez tanımıştım; bu Söz'dü.
        Dünyanın ne kadar küçük olabileceği ve aynı mekanda karşılaşma ihtimalimiz olduğunu düşünüp şaşırmıştım. İçimde en ufak bir kıpırtı yoktu; içmeye devam ettim.
        Gecenin ilerleyen saatlerinde kafam ardarda yaptığım shotlarla iyice çakır keyif olmuştu. Montreal'den sonra nereye gideceğimize bir türlü karar verememiştik. Sonuç : Machine'di!
        İçeri girdiğimde kendinden geçmiş insanları dans ederken buldum. Herkes kendini müziğe kaptırmıştı. Çok geçmeden biz de kendimizi o insanların arasına, müziğin ritmine, dansın kıvraklığına bırakmıştık. Bi ara karanlık mekanda tanıdık bir yüz gördüm. Işık bir yanıyor, bir sönüyordu. Ortalık her aydınlandığında aynı yüz beliriyordu önümde ve gittikçe yaklaşıyordu. Son kez nefesimi tutup kim olduğunu merak ederken, yani tam yanımdan geçerken, ışık bir kez daha aydınlattı O'nun yüzünü; karşımdaki yüz bir zamanlar aşık olduğum adamın, uğruna kilometreleri göze aldığım adamın, kendi dünyasını arayıp duran adamın, Söz'ün, yüzüydü.
        Saniyelik bir göz göze gelişti; belki farketmişti belki farkında bile değildi. Hayat tesadüfleri severdi; ama bir gece içinde iki tesadüf kasda girerdi. Ve gece başladığı gibi biterdi.

8 Eylül 2011 Perşembe

(F)arz-ı Misal


        Farz-ı misal üç kişiyiz bu yolda; Ben, Sen, bir de O. Tamamen farklı hayatların ortak bir çatı altında toplandığı üç kişi. Uzun zamandır tanırız birbirimizi. Çokça da severiz zaten. Sık sık görüşür, hem güler hem ağlarız. En mutlu zamanlarımızda da yanyanayızdır, en acı günlerimizde de. Ayrılamayız birbirimizden. Alışkanlık değildir bu; bizi birbirimize çeken birşeyler vardır ama ne olduğunu kestiremeyiz kolayca. Başkaları çıkar karşımıza; yeni insanlar. Adım atmaya çalışırız dostça, ama birbirimizden de uzaklaşmayız. Sonra bakarız ki bu bizim çemberimiz, ayrılmak istemediğimiz çember kendine çeker yine bizi. Kopamayız birbirimizden. Bu çember huzur verir bize. Kimi zaman eser gürler bağırırız birbirimize, kimi zaman da su sızmayan, yeri başka hiçbir şeyle dolmayan anlarımız olur. Bol bol gülümseriz. Sadece fotoğraflarda değil; beynimizde, yüreğimizde hapsederiz acı-tatlı tüm anılarımızı. Yol gösteririz birbirimize, en umutsuz karanlık gecelerde ve en dipsiz çıkmaz sokaklarda bir fener görevi üstleniriz. Aydınlatırız birbirimizin yolunu, çeker alırız çıkmaz sokaklardan. Koynumuzda beslediğimiz sadece sevgi değil; kardeşliktir aynı zamanda.
      Ben uzun zamandır denizlere vurgun yaşarım. Hayatım denizdir benim. Kendimi böyle kabullenmiş, böyle yaşamaya alışmışımdır. Zaman zaman kudurur dalgalanırım, zaman zaman bir ölüden farkım olmaz. Yeri geldiğinde en derinimdekileri gösterip berraklaşırım, yeri geldiğinde o kadar bulanıklaşırım ki; insanlar yanıma yaklaşmaya korkar. Ben'im hayatım denizdir. Kendim ve yakın çevrem için ne kadar deniz olarak bilinsem de; daha da yakın çevremin bundan ruhu bile duymaz. Onlara karşı hep saklarım bu yüzümü. Gel-gitli zamanlardır bunlar, oldukça zordur kendini gizlemek. Ama gizli yaşamak kanımda vardır. Deniz olmayı bildiğim kadar, küçük bir su damlası olmayı da bilirim. Bu Ben'im hayatımdır; Ben denizimdir.
        Sen benden çok daha önce denizleri sevmişsindir. Kabullenmişsindir bu durumu yıllar öncesinde. Hiçbir pişmanlık duymamışsındır. Rahatsındır da aynı zamanda. Hayatta kim olursa olsun çekinmeden gösterirsin deniz olduğunu. Öyle bulanıklaşmaya filan da sıkça gerek duymazsın. Berraksındır, saklamazdın hiçbir şeyi. Limanlardır seni ayakta tutan. Kendi dalgalı denizinden sıyrılıp sakin limanlara sığınmışsındır belli bir zamandır. Hoşuna da gitmiştir bu durum; açık denizde olmaktansa durgun limanlara alışmışsındır. Alışkanlıktır bu, ama ses etmezsin. Zaman zaman açılmayı denersin engin denizlerine; ama görürsünki Sen ne denizinden ne de alışkanlıklarından vazgeçemezsin.
        O uzun zamandır nehirlere vurgundur. Nehirdir O'nun hayatı. Dışardan bakanların kolay kolay anlamayacağı, ama içinde olanların akıllarında soru işareti bırakacak bir nehirdir. Öyle her nehir gibi akmaz, yönü belli olmaz. Bilirki her nehirin sonu engin denizlerdir. Ama O denize akmak yerine, denizden kaçar. Kendini bilinmez bir çıkmaza sokacağından, derin sularda boğulacağından korkar. O yüzden yer yer kayalı, yer yer sığ nehrinden uzaklaşamaz. Çıkarıp atamaz kendini denizlere, nedenini anlatamaz kimselere. Etrafında olanlar merak eder bu durumu, bazen bir anlam veremezler ama üstelemezler. Bilirler ki O elbet birgün anlatacaktır.
     
        Birgün O gelir ve tüm hayatının değiştiğini söyler. Artık dağların arasında menderesler çizmekten, dik yamaçlardan aşağı var gücüyle gürlemekten sıkıldığını ve aslında nehir olmayı hiçbir zaman kabullenemediğini dile getirir. Gece gizli gizli herkes uyuduğunda ya da kapalı kapılar ardında denizin koynuna kaçtığını itiraf eder. Sen ve Ben şaşırırız; ama mutlu da oluruz. Bilirizki; ne olursa olsun bizim için önemli olan O'nun kayıtsız mutluluğudur ve bu mutluluğu kimsenin bozmasını istemeyiz. O'nun her zaman yanında olduğumuzu ve hep O'na destek olduğumuzu belirtir; denizin dalgalarına kendini verişini, derinlere dalışını ve yüzündeki gülümsemeyi mutlulukla izleriz.

Bizim hayatımızdır bu; Ben'im, Sen'in ve O'nun

31 Ağustos 2011 anısına... 

1 Eylül 2011 Perşembe

(E)ylül; aniden gelir ...



        Mevsimler arasında ne güzeli hangisidir? Hangisini daha çok seversiniz? Hiç şüphesiz ki herkesin sevdiği mevsim başkadır. Kimisi "Yaz" der hiç tereddütsüz. Deniz, kum, güneş yeterli gelir. Sıcacık kumların üzerinden serin sulara kendini bırakmak, gece sabaha kadar hiç durmadan devam eden müzik eşliğinde açıkhavada dans etmek, sahilde içmek, güneşlenmek, yaz aşkı bulmak, O'nunla ulu orta sevişmek, gezmek, tozmak ... Böyle sürüp gider Yaz mevsimini sevenlerin neden sevdiklerini kanıtlamaları.
        Kimisi "Kış"ı sever. Kat kat giyinmek, ayrılmaz üçlü şapka, kaşkol ve eldiven takmak, miskin miskin adeta bir kedi edasında yorganın altında oturup sıcacık kahve eşliğinde film izlemek, sevgiliye sarılıp yatakta ısınmaya çalışmak, çorapla yatmak, durmadan sümük silmek, seksi sadece ısınma amacıyla yapmak, bol bol şarap içmek, kartopu savaşı yapmak...
        Bazısı "İlkbahar"dan vazgeçemez. Yepyeni bir doğanın sunduğu cömertliğe kapılmak, rengarenk çiçek toplamak, bol bol gül koklamak, t-shirt giymenin dayanılmaz mutluluğunu yaşamak, gece serinliğinde ince bir hırkayı sırta almak, yeni aşklara yelken açmak, balkonda oturmaya başlamak, yeşilin binbir tonuna şahit olmak...
        Ve tabiki "Sonbahar". Doğanın sunduğu cömertliği yine aynı cömertlikle geri almasına şahit olmak, kurumuş yaprakların sesine kulak vermek, bol bol rüzgara maruz kalmak, t-shirt giymenin dayanılmaz mutluluğuna eklenen uzun kollu kıyafetlerin tadını çıkartmak, gece serinliğinde ince bir hırkayı sırta almak, kimi aşklara son vermek, balkon dışında evin diğer bölgelerinde de oturmaya başlamak, kahverenginin binbir tonuna şahit olmak...
        Bana sorarsanız, içinde "bahar" kelimesi geçen mevsim; en güzel mevsimdir. İster ilk'i olsun ister son'u, baharsız hayat çok çekilmez olur. Ne zaman başladığını ve ne zaman bittiğini hiç anlayamazsınız. Göz açıp kapayıncaya kadar geçip gider hayatımızdan. Daha dün yeşeren ağaçlar, bugün yaprak dökmeye başlar. İnsanın içini kıpır kıpır ederken, bir anda hüzün çökmeye başlar. Mayıs'la başlayan ilk'bahar sevgisi, Eylül'le birlikte son'bulmaya başlar.
        Bakın işte yine her yıl olduğu gibi aynı şarkı çalmaya başladı bile, bu mevsim böyledir aniden gelir, Eylül; aniden gelir ...

30 Ağustos 2011 Salı

(D)udak Payı


        Tam dudağının kenarına bırakmıştım sevgiyi, ayrılık habercisi olduğunu bilmeden

        O yüzdendir ki dudak payı bırakırım artık hep, korkarım tadı damağımda ölmekten


26 Ağustos 2011 Cuma

(C)ümle

       
        Hep bir şeylere sevdalanmakla geçiyor ömür. Mesela sevgiliye yazılıyor en güzel cümleler, O'na hasret oluyor karanlık geceler. Elinin teri, bedeninin kokusu, dudağının kenarı, kalbinin ritmi, sürüp gidiyor O'na yazılan kelimeler. Yakınınızda tam dibinizde oluyor ya da binlerce kilometre uzağınızda kalıyor. Yanındayken söyleyemediğiniz cümlelerinizi, uzaktan fısıldıyorsunuz kulağına. Biliyosunuz ki O duyar, O hisseder, yıldızlar iletir O'na söylemek istediklerinizi, aynı gökyüzü altında farklı yerlerde uyurken hissedersiniz aynı Yıldız'a, aynı Ay'a  baktığınızı. Nereye baksanız O'nu görürsünüz, sokaktan geçen insanların yüzünde O'nu bulursunuz, arkadaş muhabbetlerinden durmadan O'ndan bahseder, O'nu anlatırsınız. Duyduğunuz bir ezgide, denizin iyot kokusunda, rüzgarın uğultusunda, kapı gıcırtısında, mesaj sesinde hep O gelir aklınıza. En umulmadık zamanlarda sevginiz dolup taşar göğüs kafesinizden dışarı, sokağa çıkıp bağırmak istersiniz cümle alem duysun diye O'na olan sevginizi, ama yapamazsınız. Hep birşeyler gizlidir. Siz gizli yaşamaya mahkumsunuzdur. O ne der, bu ne der, insanlar ne der diye düşünmek sizin boynunuzun borcudur. Ayrıntılara takılmadığınız sürece mutlu mesut yaşayıp gidebilirsiniz, ama ayrıntılar da önemlidir.

Kimi insanlar da bir ada'ya, rüzgar'a, güneş'a, ay'a aşık olur. Onsuz yapamaz. Ruhuna yapışmıştır adeta. Ne zaman aşkıyla buluşsa; kendinden geçer, kendini kaybeder. Tıpkı "İncir Reçeli" filminde denildiği gibi:

"Bana bi'şey sevme hakkı vermediler, ben de incir reçelini sevdim."

23 Ağustos 2011 Salı

(B)ozcaada

    
        Onunla ilk tanışmamız bundan 10 yıl önce, 2001 yılının Haziran ayında, bir dergi sayfasında gerçekleşti. Masmavi engin Ege Denizi üzerinde; kurumuş sapsarı otları, kel tepeleri ve bomboş tarlalarıyla tüm ilgimi bir anda kendi üzerine çekmeyi başarmıştı. İsmi, fotoğrafta gördüğüm görüntüyle o kadar uyumluydu ki, kim Ona bu adı vermişse çok doğru bir karar vermiş diye düşündüm.
        O yaz annemleri kandırıp Ada'ya ilk ziyaretimi gerçekleştirdim. Daha iskeleden iner inmez gördüğüm manzara içimde değişik duygular uyandırmıştı; İki katlı eski Rum evleri, maviye boyalı panjurları, birbir çeşit renkte çiçekleri, sulu sulu çavuş üzümleri ve tabiki şarabı... Aşık olmamak elde değildi. İşte Bozcaada'ya olan ilk aşkım o zaman gerçekleşti.
        Ada'da kaldığımız üç gün boyunca keşfetmedik koy bırakmamıştık. Favoriler arasında Ayazma, Habbele ve Akvaryum koyu ilk sırayı çekiyordu. Ege Denizi ortasında sapsarı kumsalları ve berrak soğuk suyunu görünce bir kez daha anlamıştım; burası benim vazgeçilmezim olacaktı.
        Ayazma Ada'nın en ünlü plajıydı. Adadaki tek minibüs hattıyla gidilebilen plaj, hergün kalabalıktı. Denizi buzz gibi, kumu incecikti. Hele bir de deniz gözlüğünüz varsa, Ayazma'da dalıp kumun üzerindeki minareleri ve çeşit çeşit balıkları izlemek oldukça keyifliydi.
        Bozcaada'ya ilk ziyaretimden sonra her yaz birkaç kere gittiğim ve herşeyden kopup kafamı dinlediğim bir mekan haline gelmişti. Hiçbir zaman sevgiliyle gitmek nasip olmamıştı ama en uzun süren ilişkimin bitiminde Ada'ya gelip onu tamamen unutabilmiştim. Benim için tamamen yenilenme noktasıydı. Derdi, tasayı bir kenara bırakıp ruhu ipe asıp dinlendirdiğim bir çıkış noktası...
        Bozcaada'dan bahsedip de rüzgardan bahsetmemek imkansız. Ada rüzgarla o kadar özdeşleşmişki, resmen rüzgarın Adası oluvermiş. Sabah uyandığınızda esen rüzgarın yönüne göre Ada'nın hangi tarafından denize girmeniz gerektiğine karar verebiliyosunuz. Çünkü rüzgar nereden eserse essin, Ada'da muhakkak rüzgarsız bir koy bulunuyor. En sıcak yaz gecelerinde bile Çanakkale Boğazı'ndan Ada'ya ulaşan rüzgar, içinizi titretmeye yetiyor.
        Rüzgardan bahsedip de rüzgar güllerinden bahsetmemek de imkansız. Ada'da 17 adet rüzgar gülü bulunmakta. Çanakkale plakasına itafen 17! Sadece bir tanesinin ürettiği enerji Ada'nın elektriğini karşılamaya yeterken, geri kalan 16 tanesi Çanakkale'yi aydınlatmaya yetiyor. Türkiye'nin ilk rüzgar güllerine sahip. Hepsinin bir ismi var ve hepsi bir kadın ismi; Ayşe, Hatice, Yeşim bunlardan birkaçı.
        Mitolojideki adı: Tenedos. Tenes'in Adası anlamına geliyor. Babası tarafından sandığa kapatılıp denize atılan Tenes, akıntıyla beraber kendini Ada'nın sahilinde buluyor ve burada kendi krallığını kurup Tenedos adını veriyor.
        Mitolojik açıdan başka bir önemi daha bulunmakta Bozcaada'nın. Truva'ya saldıran gemiler Truva şehrinin tam karşısında bulunan Bozcaada'nın arkasına saklanıyor. Gecenin bir yarısı Truva halkı tahta atı şehirlerine soktuktan sonra, tüm gemiler Bozcaada'nın arkasından çıkıp Truva'ya saldırıyor ve koca şehri tarihin tozlu raflarına gömüyor.
        Geçen haftasonu yine Bozcaada'daydım. Bol bol şarap içtim, denize girdim, güneşlendim. Tek eksik yanımda bir sevgili olmamasıydı. Birgün eğer Ada'ya sevgilimle gidebilirsen, O'na küçük bir çocuğun hissettiği şevk ve hevesle tüm Ada'yı anlatacağım. Benim aşık olduğum gibi O'nun da Ada'ya aşık olmasını sağlayacağım. Kimbilir böylece en büyük hayalimi, Ada'ya yerleşme, O'nunla gerçekleştirebilirim. Eski iki katlı bir Rum evine yerleşip Onunla beraber yaşayabilirim. Alt katında işlettiğimiz cafemiz, üst katında evimiz mutlu mesut yaşayıp gidebiliriz.
        Evet hayal kurmayı seviyorum. Hayallerimde Bozcaada hep var. Ne ben O'nsuz yapabilirim, ne de o bensiz.
        Dünya üzerinde yaşayan herkesin bir adası vardır derler; benimki kesinlikle Bozcaada!

15 Ağustos 2011 Pazartesi

(A)dak

       
        Sana adanmış şarkılarım var benim. Ne zaman bir iki sözünü mırıldansam, ne zaman melodisinden bi kuble duysam, hep sen gelirsin aklıma. Belli bir kalıba sığdıramam seni; ucu yok bucağı yok, dünü yok yarını yok, sesi yok sözü yok...

        Sana adanmış şarkılarım var sadece. Yüreğime işleyen, kelimelere sığdıramadığım sözlerim benim o şarkılar. En can alıcı sözler onlar... Zaman zaman beni güldüren, eğlendiren; kimi zaman da gözyaşlarıma karışıp yanağımdan süzülen...

        Sana adanmış şarkılarım var benim. Gecenin biryarısı seni özlediğimde, koynuma alıp uyuduğum, öpüp kokladığım, en ateşli sevişmeleri yaşadığım, sonra sarılıp uyuduğum şarkılarım.

        Sana adanmış şarkılar! Sigara gibi bağımlılık yapan, alkol gibi elimden düşmeyen, gece gibi sessiz, sakin ama bir o kadar da gururlu şarkılarım var benim.

        Bu gece de kulağıma çalındı o şarkılardan biri...
     
        Nefes alamıyorsan
        Açıklayamıyorsan
        Tutunamıyor
        Kanatlanamıyorsan
        Ve artık başaramıyorsan,
        Olsun, olsun varsın şimdi uyu
        Biraz uyu
        Kurşuna dizilmiş yalnızlığın yanına uzan
        Ve biraz uyu ...

24 Temmuz 2011 Pazar

Tam (Z)amanında


Not : Müzik eşliğinde okumanız tavsiye edilir.


        Çok şey yaşadım, çok şey öğrendim. Sütten çıkma ak kaşık olamadım hiçbir zaman, olmayı da istemedim. Çok yol gittim, bir o kadar da geri döndüm. Trenlere, otobüslere, uçaklara, vapurlara bağladım umutlarımı. Yol aşırı, deniz aşırı oldu sevgilerim. Harcadığım kilometrelerle dünya turu yapabilirdim, umursamadım. Aşka inandım. O en saf, en temiz, en içten, en şeffaf görünen tanımsız kalıpsız üç harfe inandım. Mihenk taşı yaptım hayatıma. Her benim olanla alevlenen duygumu, her kaybedişte yerle bir ettim. Gidenin acısı içimde kabuk bağlamasın diye yazmayı seçtim. Sevgimi, nefretimi döktüm beyaz sayfalara. Ben ağlamadım, sayfaları ağlattım. Yolun sonunu bilmeden yola koyuldum, göze aldım, zaman zaman gözden çıkarttım. Yaşadım en yoğun, en gerçek ve hep kaybettim.


İlişkilerimde ilklerim oldu, ilkler yaşadım,
ilklerin unutulmadığını öğrendim.

İlklerim oldu, en acemi zamanlarımdı, yaşadıkça uzmanlaştım,
tecrübe edinmeyi öğrendim.

Gidenlerim oldu, sessizce, sakince ya da azgın denizler gibi,
geride kalan olmayı öğrendim.

Gidişlerim oldu, tüm anıları tüm geçmişi hiçe sayıp veda etmeden terk edişlerim oldu,
vazgeçmeyi öğrendim.

Bir şans daha verdim, bu sefer olur dedim,
işi şansa bırakmamayı öğrendim.

İlişkilerde hesap yapan, taktik uygulayanlarla karşılaştım,
matematiğin çözüm olmadığını öğrendim.

Her zaman mutlu olunmuyormuş, zaman zaman ağlamak da gerekiyormuş ama sonunda en büyük acılar bile unutulabiliyormuş,
hergün yeniden güneş doğduğunu öğrendim.

Hayat bir sahne, herkes oyuncu dediler,
perde kapandıktan sonra sahnenin süpürülmesi gerektiğini öğrendim.

Trenlere sevdalandım, istasyonlara bağlandım,
her trenin bir son durağı olduğunu öğrendim.

Sevdim mi en içten sevdim, kimi zaman karşılık dahi beklemedim, nasılsa birgün o da olur dedim,
sabretmeyi öğrendim.

Hayatın dönüşü yoktu, zaman geçip gidiyordu,
fırsatları değerlendirmeyi öğrendim.

Yüzsüz ve bir o kadar bencil olmak gerekiyordu,
herşeye rağmen su gibi şeffaf olmayı öğrendim.






   ....... This is the End of My Story

16 Temmuz 2011 Cumartesi

4 Temmuz 2011 Pazartesi

(Y)apboz

     Edirne'ye ikinci ziyaretim Söz'ün en yakın arkadaşı, benim de çok sevdiğim birini görme, hasret giderme ve beraber yemek yeme amaçlıydı. Aradan iki ay geçmişti ve ben bir daha asla dönmeyeceğim şehir Edirne'ye gidiyordum. Bu konuda yoğun kaygılar taşıyordum. Tekrar Söz'le karşılaşsam bana birşey ifade etmeyeceğini düşünüyordum ama herşey düşündüğüm gibi gelişmediğini bir kez daha gördüm.
        01 Şubat 2011 akşamı Edirne'ye geldiğimde Sokağın Zulası'yla çarşıda buluştuk. Uzun zamandır birbirimizi görmemiştik, sadece MSN'de konuşabilmiştik ve bugün hasret giderebilecektik. Yemeklerimizi söyleyip içkilerimizi yudumlamaya başladığımızda sohbet de açılmıştı. Geçen iki aylık süre zarfında olanlardan bahsettik, birbirimizi ne kadar özlediğimizden bahsettik. Yemek sonrasında bira içmek için başka bir mekana geçtik. Konunun dönüp dolaşıp Söz'e geleceğinden emindim ve gittiğimiz ikinci mekanda da tam düşündüğüm gibi gelişti herşey. Söz'ün Edirne'de olduğunu düşünmüyordum, çünkü sömestr tatiliydi ve ailesini yanına gitmiş olabileceği ihtimali gelmişti aklıma. Bu durum biraz daha rahatlamama neden olsa da, Sokağın Zulası'yla devam eden muhabbetimizde O'nun da Edirne'de olduğunu anlamıştım.
        Eve geçtiğimizde cam kenarındaki minderlere kurulup yanımda getirdiğim şarabı içmeye koyulmuştuk. Kafam çakır keyifti, yanımda çok özlediğim biri vardı ve tüm hatıralara rağmen çok mutluydum. Derken Sokağın Zulası, Söz'ün gelip gelmemesinde bir sorun olup olmadığını sordu. Benim açımdan bir sorun olmadığını söyledim, çünkü O'na karşı ne iyi ne de kötü bir duygu beslemiyordum. 
        Söz içeri girdiğinde uzaktan bir selamlaşma yaşadık. Yanımıza gelip otururken iki farklı Söz görüyordum ve artık içmemem gerektiğini anlamıştım. Muhabbetin bundan sonrakı kısmı benim ve O'nun sustuğu, Sokağın Zulası'nın muhabbet açmaya çalıştığı bir evreydi.
        Bir ara salondaki minderlerde sadece ikimiz kalmıştık. O zamanki sarhoş kafam yüzünden hala hatırlayamadığım bir şekilde muhabbet etmeye başlamıştık. Karşımda biri vardı, ama Söz değildi, bundan sonraki dönemde O benim için Ses'ti.
        Sabaha karşı uykuya yenik düşmeme ramak kala beraber koltuğa uzandık. Yüzlerimiz birbirimize dönüktü, gözlerimiz yarı açık. Öpüşmeler vardı ama dudak mahrem yeriydi. Aylar önce terkedilmiş dudaklar, salonda Ses'sizdi. Ses'le ilk öpüşmem o gece gerçekleşti.
       
----- İKİ AY SONRA:
        Edirne'ye haftasonu için gitmiştim. Sadece iki gün kalıp İstanbul'a geri dönecektim. Ses'le ilişkimiz Söz'den farksızlaşmaya başlamıştı. Birşeyler tekdüzeleşmişti ve kurtarmak imkansızdı. Çırpınmaya bir son verme kararımı, iki günlük Edirne ziyaretim sırasında benimle zaman geçirmek yerine ertelemeyip gittiği arkadaş yemeğinde kaybettim. O akşam son bir kez vedalaşmak istedim, O yanıma gelmek istemedi ve ben kesin ve son dönüşümü yaptım Ses'siz ve Söz'süz.

(A)ltın  (Ş)ehrin  (K)apıları
Çatlamış dudaklarım
Ve yorgun bedenimle
Ulu orta yerde soyunuyorum duygularımdan,
şafak sökerken,
yine aynı şehirde.
Yadırgamıyor beni sokaklar,
Aldırmıyor sabah seksini yapan sevgililer,
Görmüyor kör kütük sarhoşlar,
Hissetmiyor ruhum soğuğu.
Gecenin alacakaranlık rengine
Bir kibrit çakıyorum,
Kükürt burnumu yakıyor.
Birileri geçiyor sokağın diğer ucundan,
Tarıyor kör gözlerim grubu,
Tanıdık bir yüz,
Bilindik bir ses duyulsun diye bekliyorum.
Zifiri sessizlik çöküyor.
Oysa ruhum can çekişiyor.
 İki sokağın birleştiği noktada,
Çöp konteynırlarının hemen yanında,
Tam da o köşede,
Bir araba farı bekleyip duruyor gözlerim.
Renginin bir önemi yok,
Sarı ya da siyah,
Geceyi yırtıp atmasını bekliyorum.
Hep bekliyorum.
Dakikalarca, saatlerce ...
Her gecen saniye
Kalp atışıma karışıyor.
Ritmi bozuluyor tabiatımın.
Bedenim sürüklenirken sokak sokak,
Ruhum takılıyor kaldırım kenarlarına.
Söküp atamıyorum,
Yerden toplayamıyorum
Ellerimin arasından kayıp düşen can kırıklarımı.
“Bu son olsun” diyorum kendi kendime,
Sesim boğazımda düğümleniyor.
Avazım çıktığı kadar bağırmak istiyorum,
Genzimi yakıyor sigara dumanı.
Gecenin siyahına bürünen şehir,
Yavaş yavaş kendi rengine dönüyor.
Geçmiş kokan bu şehirden,
Ses'siz ve Söz'süz,
Yitip gidiyorum kendimden.

01.04.2011

20 Haziran 2011 Pazartesi

(V)eda


Düş kuşanmış bir şehrin surlarından sarkarken ben
Sen kapat o kara gözlerini.
Çarpa çarpa düşerken bir aşk ellerimden yere,
Görme sen !!
Uzaklara dal,
Yalnızlığı düşle,
Kaybettiğin birileri gelsin aklına,
Yarım bıraktığın kitaplar,
Dağıttığın yataklar,
Kaybolduğun şehirler,
Kırdığın camlar,
Terk ettiğin adamlar gelsin aklına…
Ama kuşatılmışken bu gözden çıkartılmış şehir,
Bari sen vakitsiz sınırlarıma dayanma.
Şimdi çığlık çığlığa susuyorum en içten,en kaybetmiş,en sessiz duygularımla..
Yağmur sonrası bir cam buğusuna gayri ihtiyari adını yazarken bulursam parmak uçlarımı,
Bir anne bedduası gibi sustururum dudaklarımı.
Susmuyorum bu gece,
Çatlak bir bardaktan sızıyorum bedenine.
Durduk yere dudaklarıma asıyorum seni,
ki sokak ortasında bıçaklanan düşüncelerim,
Sana secde ediyor şimdi.
Şimdi sarıldığın battaniyeyi,
İçtiğin sigarayı,
Baktığın duvarı bile kıskanıyorum.
Çünkü beni sarmadığın kolların,
Bana bakmadığın gözlerin,
Beni öpmediğin dudakların maddenin tabiatına yenik düşmekte başka zamanlarda,
Başka bir odada..
Ve o vakitler adım gibi biliyorum sen benim aklımdayken,
Başkaları senin saçlarında olacak.
Sen benim kalbimdeyken,
Başkaları senin teninde olacak.
Ben sabaha karşı bir rıhtımda yağmalanırken,
Başkaları sana sahip olacak.
Uykuyla uyanıklık arası kanayacak sensizlikten çatlayan ellerim,
Göğüs kafesim dar gelecek kalbime,
Bir ihtilal çıkacak sokaklarımda,
Bende ırsi olan ne varsa,
Sende babadan oğla geçecek,
Aşk misali..

07.12.2010

(Ü)nlem

        Bazı insanlar ayrılığın tüm suçunu ya bir şehre ya da bir mekana yıkarlar. Tüm yaşanmışlığa rağmen bu onlar için bir rahatlama yöntemi olarak gözükür. Sevgiliyi silmek o şehri ya da o mekanı silmekle eşdeğer sayılır. Benim seçtiğim yol tüm suçu koca bir şehrin üstüne yıkmaktı. 01 Aralık 2010 geceyarısı şehrin ıssız yollarına kendimi vurduğumda artık bu şehirde nefes almanın benim için zor olduğunu hissetmiştim. Geçtiğimiz yollar, girdiğimiz binalar, gecenin bir yarısı sokaktaki ayyaşlar, şehrin kedileri, bıraktığımız hatıralar hepsi ellerine silahlarını kuşanmış tek hedefleri beni çoktan tanımışlardı. Şehirden kaçmak daha doğrusu terketmek kaçınılmazdı benim için. Çünkü O’nun yolları, O’nun binaları, O’nun ayyaşları, O’nun kedileri, O’nun hatıraları ve O’nun şehriydi burası artık. Soğuktan alelacele içmeye çalıştığım son sigarada bile O vardı. Cebimde kalan üç kuruş parayla otogara geldiğimde yeni günün ilk ışıkları aydınlatmaya başlamıştı gri otogarı. İlk defa o kadar sevimsiz gözükmüştü gözüme bu biçimsiz bina. Bir güne daha tahammülüm yoktu bu şehirde. Kimselere görünmeden, şafak sökmeden geceyarısı terketmeliydim bu şehri. İlk otobüs olan 05.15 arabasına bindiğimde hala içim rahat değildi. Kalkmasına 20 dakika vardı ama benim değil 20 dakikaya bir saniye daha bu şehirde kalmaya mecalim yoktu. Kalkış saatine kadar geçen zamanın her bir saniyesini iliklerimde hissetmiştim. Saat tam 05.15’de tüm hazırlıklar tamamdı ve otobüs İstanbul’a doğru yola koyulmuştu. Otogardan çıkarken şehre son bir kez daha baktım. Şehir bensiz yeni bir güne uyanmak üzereyken, burada O’nunla geçirdiğim iki ay boyunca tüm olup bitenin suçunu şehre yıktım. İkinci kere bir erkek için gözyaşı dökerken o gece bir daha geri dönmemek üzere terkettim Edirne’yi, ta ki ...

19 Haziran 2011 Pazar

(U)ykusuz

       

        Söz'le birlikteliğimizin birinci ayında, son Edirne'ye gidişimde, onların sınav haftasıydı. Ben odada oturup dizi/film izlerken, O arkadaşlarıyla ders çalışıyordu. Her zaman sarmaş dolaş uyuduğum adamla bu sefer sırt sırta uyumaya başlamıştık. Ters giden birşeyler vardı ve bu durum benim oldukça canımı sıkıyordu. Önceleri sınavlar yüzünden olduğunu düşündüm. Malum sınav haftası, stresli günler, uykusuz geceler... Daha sonra farkettim ki tüm stresini geçirmek, biraz olsun kafasını dağıtmaya çalışmak için oradaydım ama O bunu umursamıyordu.
        Bir gece dayanamayıp konuyu açtım. İçimin rahat olmayışını, "sevgili" miyiz yoksa "arkadaş" mı ayrımını yapamadığımı söyledim. Bana oldukça genel-geçer cevaplar verdi. Bazı şeylerin onun için zor olduğunu, ikili ilişkilerde zorlandığını ama beni kaybetmek istemediğini söyledi. Uzun süren muhabbetten sonra günün yorgunluğu ile uyumaya karar verdik. Sırt sırta döndükten birkaç dakika sonra Söz'ün uyuduğunu farkettim. Benim gözüme uyku girmiyordu. Birşeyler beni durmadan dürtüklüyordu. Karanlık odadanın duvarlarında gözlerimi gezdirirken, bir anda masada duran telefonunu farkettim. Anlık bir hamleyle telefonu elime aldım ve gelen mesajlara girdim. İlk açtığım mesaj, yakın(!) arkadaşlarından birinden gelen bir mesajdı : "Ev arkadaşın evde değilmiydi? Nasıl kaldı sizde? Sevgilin biliyor mu?"
        Kalbimden beynime doğru bir ateş yükselirken, tüm bedenimin soğudunu hissettim. Karşılaşacağım cevaptan oldukça emin bir şekilde gönderilen kutusuna girdim : "Ev arkadaşım yoktu, bizde kaldı, beraber yattık. Sevgilim olmasa affetmezdim. Ben eski playboy günlerimi özledim sanırım."
        Gecenin üçünde duvarlar üzerime üzerime gelirken nefes alamadığımı farkettim. Artık buraya, bu yatağa ait değildim ve acilen terk etmeliydim. Yataktan kalkmadan önce Söz'ü uyandırdım: "Arkamdan iş çeviriyorsan bari iz bırakma." diyip telefonunu verdiğimde hiçbirşey anlamamış gözlerle bana baktı. Yataktan kalktım. Eşyalarımı topladım. Çantamı aldım. Ve gecenin üçünde attım kendimi Edirne sokaklarına.
        İstanbul'a ilk otobüs 5.15'teydi. Otogara gidip iki saat boyunca tek başıma oturdum. Terk etmeliydim bu şehri derhal, hiç vakit kaybetmeden...


Not: Söz'le birlikteliğim esnasında beni daha önce hiç bilmeyen en yakın iki arkadaşıma açılmaya karar verdim. Onları bir gün konuşmak için çağırdım, hayatımda bir erkek olduğunu anlattım ve O erkeği sevdiğimi söyledim. Arkadaşlarımdan birisi bu konuya oldukça katı bakarken ve hatta en yakın arkadaşımın gay olduğunu öğrenirsem bir daha asla konuşmam derken, bana "istisna" olduğumu söyledi. Hayatımda aldığım en güzel cevap o akşam dostumun söylediği İSTİSNA cümlesiydi.