31 Aralık 2012 Pazartesi

Eski

 
 
 
Eski bir şiir, eski bir hikaye
Eski bir ezgi var aklımda
Herkes hayattaydı bildiğim herkes
Hiç korku yoktu, yoktu aklımda


Eski bir kitap, eskimiş resimler
Eski bir şarkı var aklımda
Sevdiğim birini hiç kaybetmemiştim
Kaybetmek yoktu, yoktu aklımda

Sıradan basit bir günün uğruna
Hiç dua etmemiş, hiç yalvarmamıştım

Sen nasıl başardın yüzyıllık ağaç gibisin
Nasıl böyle kaldın
Büyürken eskimeyen, eskise de değerlenen

Sen nasıl başardın yüzyıllık ağaç gibisin
Nasıl böyle kaldın
Yoksa sen de sadece öyle duranlardan mısın?

Eski bir oyun, eski bir sokakta
Eski bir hırka var omzunda
Aşka inanırdım, her hücremle
Hiçbir yük yoktu, yoktu omzumda

Sıradan güzel bir günün uğruna
Hiç dua etmemiş, henüz yalvarmamıştım

Sen nasıl başardın yüzyıllık ağaç gibisin
Nasıl böyle kaldın
Büyürken eskimeyen, eskise de değerlenen
Sen nasıl başardın yüzyıllık ağaç gibisin
Nasıl böyle kaldın
Yoksa sen de sadece öyle duranlardan mısın?


 

22 Aralık 2012 Cumartesi

Hepsi Bu




Ağır ağır ilerlerken otobüs senin şehrinin otogarına doğru, aklımda bölük pörçük sahneler vardı. Otoban kenarında müşteri bekleyen bir fahişe kadar halsiz, oyuncağı elinden alınmış bir çocuk kadar masumdum. Hayat defterimizden bir gün daha kayıp gitmek üzereydi. Kış güneşi uçsuz bucaksız tarlaların ardından batarken, son bir gayretle uzaktaki "senin" şehrini aydınlatıyordu.

Otogar bıraktığım gibiydi. Otobüsten iner inmez gözlerim seni aradı. Sen o köşe başında durmuş, elinde sigaran, yüzünde tatlı gülümsemen ile bana el sallıyordun. Seni görünce içim rahatladı. Koşar adım yaklaştım sana. Sarıldım sıkı sıkı. Ayların hasretini gidermek istermişcesine, yanından hiç ayrılmak istemezmişcesine sarıldım. Tuttun kolumdan "hadi" dedin, "koca bir gecemiz var beraber".

Yola koyulduk usul usul, ilk defa yol bitmesin istedim.

Gözlerin her zamankinden daha emin süzüyordu beni, gidip oturduğumuz o soğuk sandalyeli bomboş restoranda farkettim bunu. İki Martini söyledim ne içeceğini bile sormadan.. Ve hemen ardından bir elini avuçlarımın arasına aldım. Ruhunu hissettim tepeden tırnağa, kalbine dokunmuş ve seni ısıtmış olmayı diledim içimden. Kısa süreli ama derin bir iç geçirdin. Verdiğin nefes, buhar olup havaya karıştı. Yaktık bir sigara karşılıklı, tam da içkilerimiz gelmişken. Öyle kana kana içtin ki, su bile hafif kalırdı senin yanında. İçindeki yangına inat, seninle yanmayı diledim. Hiç elimi çekmedim elinden, çünkü bırakırsam tekrar gideceğini düşündüm. Her saniye daha da sıkı tuttum parmaklarını, kayıp gitme ellerimin arasından diye.

Seninle konuşmama gerek yoktu, oturup uzun uzun izledim seni. Sense her zamanki gibiydin, bildiğim gibi, bıraktığım gibi. Kızıl saçların boynuna dökülüyordu. İlk defa farkettim; kızıl sana çok yakışıyordu. İçkin bittiğinde "hadi" dedin bana "uzun bir gecemiz var beraber". Çıktık şehrin sokaklarına. Başının hafif dönmesi yüzünden midir yoksa senin de beni özlemiş olmandan mıdır bilinmez, koluma girdin yürürken. Saatlerce soğuğa aldırmadan dolaştık sehrin sokaklarında. Beraber gittiğimiz, oturduğumuz kalktığımız yerleri gezdik bir bir. Şiirler okuduk birbirimize sonu hep uydurma mutlu sonlarla biten, masallar anlattık kendimize prens ile prensesin göstermelik evliliklerinden, sonra yorulunca sen; oturduk bir ağaç dibine. Önümüzde kilometrelerce yol katedip  uzak diyarlardan su getiren nehre karşı, başını omzuma koyup uykuya dalmak üzereyken sen; "hadi" dedin "çok yoruldum ben".

Parkın karşısındaki beyaz apartmana kadar taşıdım seni. Park bomboştu, çocuklar yoktu ortada, havada deli ayaz, gökyüzü kıpkırmızıydı. Birinci kattaki evden içeri girdiğimizde, seni direk arka taraftaki odana götürdüm. Usulca oturdun yatağın kenarına, sonra devirdin bedenini uykuya yenik düşmeden hemen önce. "Hadi" dedin "uzan yanıma". Sen uyuyana kadar ayrılmadım hiç yanından. Gözlerini bir açıp bir kapatırken, gülümsedin bana son bir gayetle. Sen uykunun en tatlı halindeyken, kalktım yanından, odanın ışığını kapatırken dönüp sana baktım birkez daha.

Ben seni o odada uykuya bıraktım Özlem, huzurla uyu hep orada..

Seni çok özledim,

Hepsi bu.


30 Kasım 2012 Cuma

Bir Erkeğe Son Mektup



Sızıyorum sola yatmış eski bir teknenin tahta güvertesinden denize doğru ağır ağır,
Deniz tedirgin, hava bozuk, karşı iskele boş
Sessizlik gürültüyü boğar vaziyette
O an uyandım ! Ve anladım, sen en kısa rüyaydın.
Utandım kendimden, seni sakladığım çekmecemden çıkarttım
Usulca öptüm, sonra gecelerce okudum
Kıvırdığım sayfalarını, altını çizdiğim organlarını, içimden geçirdiğim her bir kelimeni düşündüm.
Sevmiştim delikanlı gibi seni !
Unutmamak için, hissetmek için en önemlisi de huzurum için sevmiştim seni ben
O gün bugün başka vücutlara kaçamadım hiç
Dudağımda dudağının lekesi, koridorlarımda hep aynı el izi
Bedenimde özlemenin verdiği takatsizlik hissi
Belki gelirsin diye içimde hep o, kapı ağzı beklentisi..
Bil diye söylüyorum;
En çok giriş kattaki, iki odalı o evde sevdim ben seni
Tuttum yakasından, içime çektim duvara yansıyan gölgeni
Göğsüme vura vura öptüm ben ellerini
Tenimin hiç güneş görmeyen yerlerine götürdüm seni
Sense evinin en kuytu yerinde öptün beni
Girdin içeri hiç perdelerini çekmeden dağıttın o bedeni
Sonra acı çekmeyi ezberlettin sanki kolaymış gibi
Okuttun bana ''yolun yarısı '''diye başlayan Otuz beş yaş üstü tüm şiirleri
Yolun yarısına gelmeden dönüp arkana bakmamayı öğrettiğin gibi
Ki eminim bağbozumlarında başka başka tenleri terlettin
Sen gittin, ama beni dudaklarında günlerce beklettin
Ardından “ bir kapısı olmalı her insanın “ dedim;
Bazen önünde durup ağlaya bilmeli,
Bazen de zillerine basıp neşeyle kaçabilmeli,
Ama kederi, aşık olup erken yaşta öğrenmeli..

5 Kasım 2012 Pazartesi

The End

 
 
  
Her bahar öncesinde
Kardelene dönüşmeyi
Kopmayı koparılmayı anlat!
 
Karanlıkla dans etmeyi
Sonra ölmeye yatmayı
Kahpe dünyayı anlat!
 
Şebnem Ferah



Bu blogu oluşturup yazma fikrini hayata geçirmeye ve kendim dışında farklı kitlelere hikayelerimi ulaştırmaya karar verdiğim gün çok heyecanlıydım. İlk defa içimden gelenleri bir yere yazıp, o yazdıklarımı blogumu keşfeden insanlar okuyacaktı. Başlarda doğal olarak kimsenin dikkatini çekmedi blog, ama gün geçtikçe birileri yazdıklarımı farketmeye, okumaya ve yorum yapmaya başladı. Bu durum doğal olarak beni mutlu ediyordu. Düşüncelere değer verilmesi gerçekten güzel bir şeydi. Ben burada hayatımı anlattıkça birilerinin merakla devamını beklemesi, yorum yapması beni de gaza getirdi. Yazdıkça yazdım, anlattıkça anlattım. Kimi zaman kelimelerim bitti aylarca yazmadım, kimi zaman o kadar duygu yüklüydüm ki gün aşırı yazmaktan kendimi alamadım. Eski sevgililerimi (ilişkilerimi) anlatırken hiç isim kullanmadım. Şuan bile hala bilmiyorum acaba kaç tanesi onlar hakkında birşeyler yazdığımın farkında.

Son birkaç aydır hayatımın pek parlak ilerlediğini söyleyemeyeceğim. Karşımıza ne zaman ne çıkacağı hiç belli olmayan boktan bir dünyada yaşıyoruz. Hiç beklenmedik bir anda aşka tutulup sırılsıklam aşık olabiliyoruz ya da hiç beklenmedik bir anda acı bir kayıp yaşayıp yıkılabiliyoruz. "Günü Yaşa - Carpe Diem" demişti Ölü Ozanlar Derneği'nde yazar, acaba yaşağıdı deneyimlere dayanarak mı söylemişti bunu? "Sil baştan başlamak gerek bazen, hayatı sıfırlamak" demişti Şebnem Ferah bir şarkısında, eminim herkes kadar o da farkındaydı bunun mümkün olmayacağının. Ama hayat hep yeni umutlara gebeyken, kim umudunu yitirebilirdi ki?

Bugün, kendi adıma kalan tüm umutları yitirdiğim gün. Yaklaşık üç yıldır yazdığım blog hayatımın son günü. Kanımda dolaşan hastalığa, kelimelerimin yenildiği gün. Artık gelmiyor içimden ne konuşmak ne de bir şeyler yazmak. Cümle kuramayacak kadar, sevemeyecek kadar yorgunum. Yeniden tedavimin başladığı ilk gün. Saç, sakal, kaş, bıyık ne varsa vedalaşmaya başladığım gün. Oluru yok artık bu işin; benim blog serüvenim buraya kadar..

Herşeyi tam zamanında yaşamanız dileğiyle ;)



Just in Time
05 Kasım 2012 - Pazartesi

31 Ekim 2012 Çarşamba

Rüzgar

 
 
 
 
Bazı yalanlar güzel
Bazı gerçekler acıymış,
Bazı ölümler uzun
Bütün hayatlar kısaymış.
 
Teoman
 
 
 
Soğuk duvarların sarıp sarmaladığı odada, yatağın kenarında oturuyorsun. Odanın içi alacakaranlık. Sadece uzak bir sokak lambasının soluk ışığı vuruyor duvara. Karanlık geziniyor kanında. İç geçiriyorsun yavaş yavaş, tıpkı seni terkedip yerini kışa bırakan sonbahar gibi. Tıpkı yatağın diğer ucunda yatan çırılçıplak beden gibi. Kesik kesik düşünce bulutları dolaşıyor kafanda. Duvarlar üzerine üzerine geliyor. Hayır istediğin beden bu yatakta yatan beden değil. Çıkıyorsun hemen odadan. Koridor karanlık. Gözlerin yavaş yavaş alışıyor karanlığa. Soluksuz kaldığını hissediyorsun. El yordamıyla yolunu bulmaya çalışıyorsun. Koridordan çıkıp salona geldiğinde balkonun kapısını farkediyorsun. Bir hışımla kapıyı açıp kendini bahçeye bırakıyorsun. Dışarı çıkar çıkmaz bedenine çarpıyor serin hava. Ceketine biraz daha sarılıyorsun, ayakların çıplak! Hızlı birkaç adımdan sonra evi gerinde bırakıyorsun ve duruyorsun. Rüzgar geziniyor bedeninde. Alışık olmadığın kuzeyli bir rüzgar esiyor bu gece. Kış iyice kendini hissettiriyor. Zifiri karanlık ve sessiz bir bahçede tek başına kalıyorsun. Sana sadece rüzgar eşlik ediyor. Arkanı dönüp eve bakıyorsun. Hayır oraya dönmeyi hiç istemiyorsun. Gözlerinden iki damla yaş süzülüyor, ağlıyorsun ama umursamıyorsun. Kalbin bedeninden aşağı doğru süzülürken tüm bedenin karıncalanmaya başlıyor. Bir anda avazın çıktığı kadar bağırmaya başlıyorsun. Nefesinin, ciğerinin yettiği kadar, çığlık çığlığa bağırıyorsun. Sana destek vermek istercesine rüzgar sertleşiyor, daha kuvvetli esmeye başlıyor. Kulaklarının uğultusuna, ağaçların hışırtısına aldırmıyorsun. Rüzgar alıp götürüyor içinden dökülen sonsuz çığlığı, denize ulaşıyor sesin. Dört tarafın denizle çevrili çaresiz birisin şimdi. Sözlerinden vazgeçeli çok oldu. Şimdi sadece sesten ibaretsin. Ayaklarının altındaki toprağa karışıyor gözünden damlayan bir damla yaş. Kimse görmüyor, sadece sen biliyorsun; geç'mişin için toprağa gömdüğün gözyaşını.
 
Gözlerin daha sık dalıyor uzaklara, daha sık özler oldun kaybettiklerini. Ne geçmişin bir tadı kaldı ne de gelecekten umudun.
 
Derken evin kapısında O'nu görüyorsun. Çırılçıplak yataktan çıkmış seni bekliyor avluda. Hiçbir şey olmamış gibi gözyaşlarını silip yanına gidiyorsun. Yüzüne bakıyor tek kelime etmeden. Yanağını alıyor avucunun içine. Bir gülümseme beliriyor dudaklarında, istemsiz ve yapmacık. Elini tutuyor sıkı sıkı, alıp seni odaya götürüyor zifiri karanlıkta. Yatağa, O'nun yanına uzandığında kafanı göğsüne dayayıp kapıyorsun gözlerini. Dudağının kenarına kondurulan öpücükte; yanında yatanı değil, geçmişte tek ettiğini hayal ediyorsun, bir de evde aç bıraktığın kedini.
 
Bozcaada - Ekim 2012
 
 
 




24 Ekim 2012 Çarşamba

Unusual

 
 
 
Bazı kelimelerin tek başlarına bir anlamı yoktur, ama yanyana geldiklerinde yıkıcı sonuçlar doğurabilirler.
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 
 

Hayatla seviştim






Herşey insanlar için,
Umut doğurmak için
hayatla seviştim..
 
Şebnem Ferah
 



Gözükara yankesicilerin kol gezdiği ıssız vadilerden,
terk edilmiş şehirlerin yüksek surlarından geldim.
Bir o kadar düştüm, bir o kadar yaralandım ama yılmadım, geldim.
Aç kaldım, susuz kaldım, sana inandım geldim.
Düşe kalka her yerim yara bere içinde kaldı, geçer dedim.
Terk ettim, terk edildim ama sana güvendim geldim.
 
Şimdi beni tekrar aşk'a inandırabilir misin?

18 Ekim 2012 Perşembe

Bırak artık!




Gidip dinlemeliyim,
Artık içki içmeliyim,
Özlüyorum birini o hiç görmediğim,
Hiç...
Hiç..
Hiç.

Ceyl'an Ertem



Bırak artık boğazımda bir yumru olmayı! Buluşalım seninle en derin uykularda, çıkmaz sokakların dili olalım, kaybedelim kendimizi şişelerin dibinde, dolap içinde saklanıp sabahlara kadar sevişelim, günlere inat akşama kadar film izleyelim, hayatın en belirgin tekdüzeliğini taşıyan tren raylarından yürüyelim, trenlere inat biz kendi yolumuzu çizelim. Hiç bilmediğimiz yerlere giden otobüslerde iki kişilik biletlerimiz olsun, benimki "can kenarı". Birbirimize zaman da tanıyalım. Pişman olmayalım gözlerimizi kaparken bu dünyaya. Severek ölelim, ama sevişirken de tüm ihanetleri en derine gömelim.
 
Karanlık!
Git devinme kanımda!
 
 
 
 

12 Ekim 2012 Cuma

Nobody said it was easy!

 
 
 
 
Durmadan başa sarmak çok can sıkıcı..
 
Biriyle tanışıyorsun. Konuşmaya başlıyorsun. Onu tanıdıkça hoşlanıyor, bir an önce görüşmek için can atıyorsun. Sonra bir gün görüşüyorsun ve sana göre olmadığını anlıyorsun.
 
Sonra biriyle daha tanışıyorsun. Konuşmaya başlıyorsun. Onu tanıdıkça hoşlanıyor, bir an önce görüşmek için can atıyorsun. Sonra bir gün görüşüyorsun ve senden hoşlanmıyor.
 
Sonra başka biriyle daha tanışıyorsun. Konuşuyor, hoşlanmıyor ve görüşmek istemiyorsun.
 
Ve sonra bir başkası. O konuşurken senden hoşlanmıyor ve muhabbet başlamadan bitiyor.
 
Ve biri daha. Sadece yatmak için buluşuyor ve bir daha aramıyorsun.
 
Tekrar azdığında birini daha arıyorsun, buluşuyor, yatıyor, birkaç gün sonra bir daha yatıyor, bir ay sonra bir daha yatıyorsun!
 
Yolda, otobüste, trende birini görüyorsun, başlıyorsun kesmeye. Onun da sana baktığını farkediyorsun. Acaba gay mi diye aklından geçiriyorsun. Sonra o herhangi bir durakta inip gidiyor.
 
Sonra başka biriyle daha tanışıyorsun. Konuşuyor, görüşüyor ve hoşlanıyorsun. Başka bir gün görüşmek için tarihleşiyorsun. Tarih yaklaşana kadar geceli gündüzlü mesajlaşıyor ya da telefonda konuşuyorsun. Sonra bir anda ortadan kayboluyor.
 
Başka biriyle tanışıyorsun. Seviyorsunuz birbirimizi. Fırsat buldukça görüşüyor, sabaha kadar sevişiyorsun. Bir gün sana artık aynı sevgiyle yaklaşmadığını ve seni aldattığını farkediyorsun. Terk ediyorsun.
 
Sonra bir başkası..
 
Ve başkası..
 
 Başkası..
 
Kısır döngü sürüp gidiyor. Kimse beş para etmezken, kendi kendini yargılıyorsun. Gay olmak zor iş arkadaş! Dar bir delik ve büyük bir alet piyasasının değer kaybeden sadakatinde yitip gidiyorsun.
 
Yanına yine kar kalan; yalnızlığın oluyor..
 
 



1 Ekim 2012 Pazartesi

Mahalle


Kalbimin topraklarına mezarlar kazdım
Her birinin üstüne gökdelenler koydum
Aklımın yapraklarını birbir kopardım
Binaların üst katlarına süslü teraslar yaptım

Şebnem Ferah
 


Çok değil bundan birkaç ay önce, kendi masal dünyamın yarattığı hortlaklarla boğuşmayı daha yeni bitirmişken, hayatımda biri vardı. Ömür biçilmez ilişkilerin, çokluk içinde bokluk arayanların, çıkmaz sokakları kendine mesken edinmiş terkedilenlerin dolu olduğu bir zamanda, hayatımda biri vardı. Baharın en saf halinde, suçun sadece yatakta işlendiği dönemlerde, gecenin gündüzle seviştiği saatlerde, hayatımda biri vardı. Terk edilmiş şehrin çocukları daha sokaklara inmeden, gökyüzündeki o büyük yıldız henüz kayıp gitmeden, yalnızlığın tek başına yaşandığında daha anlamlı olduğu zamanlarda, hayatımda biri vardı.
 
Gözleri belki yeşil ya da hiç olmadığı kadar maviydi. Elleri oyuncak bebekler gibi küçücük, ayakları tam tersine bir o kadar kocamandı. Yüzünde seyrek çıkan sakallarından aşağıya inince boynundaki çukura yatırabilirdi. Bir ömür huzur içinde uymak belki de sadece o omuzda mümkündü. Göğsünün tam ortasına birikmiş bir tutam kıldan ziyade süt beyazıydı derisi. Su damlacıklarının kayıp gidişi en güzel o göğüste izlenebilirdi. Bedenine göre küçük kalmış kalçaları ve dümdüz uzanan bacakları onu ancak bu kadar tamamlayabilirdi. Benim tanrım onu seçerek yaratmıştı. Herkesin göremediği güzelliği benim görmem için.

Sonra.. sonra ben herşeyden vazgeçtim. Bedenimin bana oyun oynadığı, içimdeki hücrelerimin kötü huylar edindiği zamanlardı. Ne yazmak geldi içimden ne de konuşmak. Sustum sadece herşeyden vazgeçerken. İçimdeki kötü huyları temizlerken, kendimi tanıyamaz oldum. Yeniden yaratılmak yoktu benim kitabımda, sadece yok olmak üzerine kuruluydu. Ben gitgide yokoldum.
 
Işığın en zayıf anında birdenbire güneş doğdu. Gölgeme bile küsmüşken, eski fotoğraflarım gardım oldu. Ve ben yeniden doğdum. Tüm kayıplarıma rağmen, ayakta kalmak uğruna fena edebileceğim herşeyimi verip, tekrar yaşamaya başladım.
 
Bugün hastalığımın tedavisi noktalandı. Bir süre beni yazmaktan bile alıkoyan bu hastalığa bugün resmi olarak veda ettim. Şimdi yeniden başlamanın tam zamanı!






15 Eylül 2012 Cumartesi

Feeling Good




Size ruh halimi anlatayım mı?
 
Kapatın odanızın ışıklarını,
Sonra rahat bir yere oturun ya da uzanın,
Bir kaç mum yakabiliyorsanız ne ala.
Önce bu linki açın: http://rainfor.me/
Daha sonra bu linki kısık seste açın: http://www.youtube.com/watch?v=ifGkCN93Fxg&feature=related
Ve son olarak da bunu: 
 http://www.youtube.com/watch?v=h8tuTSi6Sck

 
Kendimi artık iyi hissediyorum!



13 Eylül 2012 Perşembe

Hoşgeldin

 
 
Ellerini tanırım ince beyaz
Gözlerin bakar durur kömür siyah
Sesini bağırır sessizliğim
Yüzümü çizer keskin kirpiklerin
 
Hoş geldin, çalmadan gir içeri
Sen geldin, tanıdım gözlerini
 
Cem Adrian
 
 
Kabus dolu gecelerle uğraşıyorum bu aralar. Her gece birbirinden kötü rüyalar görüp kanter içinde uyanıyorum. Her seferinde yataktan fırlayıp musluğun altına sokuyorum kafamı. Su süzülüp aklıyor yüzümden. "Kötü rüya gördüysen suya anlat" derdi anneannem. Başlıyorum anlatmaya, suya karışıp akıp gidiyor anlattıklarım. Sonra bir sigara yakıyorum camın önüne kurulup. Yaz çekip giderken iliklerimde hissediyorum sonbaharı.
 
Dün gece çok farklı bir geceydi. Kapı çaldı. Ben evde tekim. Çok uzun zamandır beklediğim, görmeyi özlediğim birini karşılayacağımı düşünerek hemen koştum kapıyı açtım. Karşımda sen vardın Özlem. Öyle şaşırdım ki; kalakaldım kapıda. Bana bakıp gülümsedin, davet beklemeden içeri girdin. Ardından kapıyı kapatamadan başladım seni takip etmeye. Direk odama yürüdün. Hiç yabancısı olmadığın odanın kapısında durup bana baktın, Hadi gel dedin. Geldim senin peşinden hiç düşünmeden. Yatağımın üstüne oturduk yanyana. Yüzüme bakıp gülümsedin en içten. Şaşkınlığımı üzerimden atmaya yeni başlamıştım ki "Anlat hadi neler yapıyorsun" dedin. Bir iç geçirdim önce, "Herşey aynı Özlem, herşey bıraktığın gibi" diyebildim güç bela. "Emin misin?" diye sordun sanki söyleyeceklerimi biliyormuş gibi. "Kendimi böyle inandırıyorum ama seni çok özlüyorum" diye birşeyler geveledim. Hemen arkasından ben sordum aynı soruyu: "Peki sen nasılsın?". Cevabını bildiğin bir soruyu cevaplamanın rahatlığıyla önce derin bir nefes aldın ve gözlerimin en derinine bakarak cevapladın sorumu: "Ben bütün Dünya'yı gezdim. Önce Avrupa'ya sonra Afrika'ya gittim. Her renkten, her dilden insanla tanıştım, hepsinin hayatına misafir oldum. Daha gezeceğim bir çok yer var"
 
Tam o esnada gözlerimi açtım. Sen'li rüyamdan uyanmanın en büyük hüznünü yaşadım. Gözlerim seni aradı odada. Uzun uzun izledim duvarları. Ağzımdan dört kelime döküldü gecenin karanlığına; Doğum Günün Kutlu Olsun..
 
 

12 Eylül 2012 Çarşamba

Sen Yağmurları Sevdiğinde

 
 
Sen yağmurları sevdiğinde; ben vazgeçmiş olacağım.
Bu şehir ismimizi bildiğinde; ben gitmiş olacağım.
Al elimi koy kalbine, seni son kez duyacağım.
Tanrı bizi sorduğunda; ben sessiz kalacağım..
 
Cem Adrian
 
 
İnsan alışkanlıklarından kolay kolay vazgeçemezmiş. "Just in Time" olarak başladığım yolculuğa, yine aynı isimle kaldığım yerden devam etmeye geldim. Kelimelerim sığmıyor artık sayfalara, anlattıkça çoğalırmış insan, bir kez daha anlıyorum bunu. Ben anlatmadan yapamıyorum! Arındım tüm acılarımdan, sessiz tekil kişi yalnızlıklarımdan. Şimdi sözlerin kelimelere, kelimelerin cümlelere karışma vaktidir. Şimdi; yazmanın tam zamanıdır.





3 Nisan 2012 Salı

" Her ihtimale karşı "

Just in Case; küçük kırmızı balığın hikayesi.

Yeni blog sayfam efendim, buyrunuz ziyaret ediniz...

26 Mart 2012 Pazartesi

Just in Case



Üç vakte kadar güneşin ay ışığıyla güpegündüz oynaştığı şehre adım atıyorsun. Kayaların şekillendirdiği, rüzgarın dile getirdiği o kutsal yamaçta duruyorsun. Ellerinde dilek ağaçlarından kumaş parçaları sallanıyor. Boşluğa bakıyorsun. Önünde bir deniz gibi uzanan toprak kıvrılıyor. Toprak inceliyor. Toprak sertleşiyor. Çocukluğundan beri rüyalarını delip geçen, uyandığında yanı başından ayrılmayan bu gizemli ve solgun hüzne bir isim bulacaksın. Hikayen bir şehre gidememek değil, bir şehirden dönememek olacak...


Pek bi yakında "Just in Case" ...

31 Ocak 2012 Salı

Tüm Harflere ...



Neresinden tutsam olmuyor bu aralar,
ya cümleler sığmıyor hiçbir kalıba
ya da kelimelerin tadı yok.

Neresinden tutsam elimde kalıyor bu aralar,
ya zamanı hala gelmedi
ya da şuan tam zamanı.

Bugüne kadar blogumu takip eden, yorum yapan, düşünceme düşünce katan herkese teşekkürler.

Bir gün başka bir blogun, hiç ummadığınız bir satır arasında görüşmek üzere ...

İşte şimdi veda etmenin Tam Zamanı !


Bu blog (Just in Time) 31 Ocak 2012 saat 15.51 itibari ile sona ermiştir.

15 Ocak 2012 Pazar

(B)eklenmedik Son


        Kapının kapanma sesine uyandı. Ev sahibi çocuk az önce çıkmış olamalıydı. Peki neden onu uyandırmamış neden haber vermeden çıkıp gitmişti. Belki de hoşlanmamıştır diye düşündü. Ama dün geceki ateşli seksleri böyle söylemiyordu. Birbirine uzun zamandır hasret iki bedenin buluşması gibiydi dün gece; konuşmak günah, dokunmak sınırsızdı. Sonunda kayıp puzzle parçasını bulmuş gibi kusursuz kenetlenmişti bedenler şafak sökene kadar. Aşkın bir tanımı olsa; "kayıp puzzle parçam" derdi. Dün gece de yine böyle olmuştu. Arkasında gidip gelen çocuğun nefesini ensesinde, dudaklarını dudağında hissetmek, onunla göz göze gelmek, gözlerinde kaybolmak farklı duygular uyandırmıştı içinde. Sanırım aşık oluyordu.
        O kadar çok erkekle yatıp kalkıyordu ki bedenini satarak para kazanmak onun için bir yaşam tarzı haline gelmişti. İlk başlarda bu işi yapmakta zorlanıyordu. Gücüne gidiyordu erkeklerin altına yatmak. Zaman zaman iğreniyordu. Kendinden yaşça çok büyük amcaların göbeği üstünde zıplarken gözlerini kapar, amca boşalır boşalmaz da tuvalete gider kusardı.  Daha sonraları bu durum onun için bir vazgeçilmeze dönüştü. Cebinde beş kuruş parası yoktu ve ödemesi gereken bir okul harcı ve ev kirası vardı. Para kazanmanın en kolay yolu; abaza erkeklerle dolu bu şehirde bedenini pazarlamaktı.
        Zaman içinde kendi de alıştı bu duruma. Artık bu piyasada iyice tanınır hale geldiğinde, yatmak istediği erkekleri de kendi seçmeye başlamıştı. Zengin züppe piçleri, kenar mahalle ibneleri, karısını aldatan godoşlar onun evinden çıkmaz olmuştu. Kazandığı parayla masraflarını kapatabiliyor hatta gezip tozmasına bile yetiyordu para.
        Bedenini satarak para kazanmak onun için bir yaşam tarzına dönüşmüşken bu çocuk da nereden çıkmıştı şimdi. Daha önce yattığı hiçbir erkeğe hissetmediği duyguları hissediyordu. İçi kıpır kıpırdı. Kendi de inanamıyordu ama; aşık oluyordu!
        Yatakta doğrulduğunda uyku sersemi odaya göz atmaya başladı. Tüm darmadağınıklığına rağmen bu oda ona huzur veriyordu. Ne yataktan çıkmak istiyor, ne de evi terketmek istiyordu. Sanki bir ömür bu yatakta böylece kalabilirdi. Ev sahibi çocuk gelene kadar hep onu bekleyebilirdi.
        Dün akşamı düşününce yüzüne bir gülümseme yayıldı. Ev sahibi çocukla bir barda tanışmışlardı. Öyle gaylerin filan takıldığı bir bar da değildi üstelik. Gayet sıradan, salaş, çatı katı küçük bir mekandı. Yan yana cam kenarında duran iki masada tek başlarına otururken başlamıştı muhabbet. Hiç düşünmediği kadar hoşuna gitmişti bu çocuk; hem ses tonuyla, hem mimikleriyle hem de anlattıklarıyla büyülemişti onu. Bu büyüye işte ta o zaman kapılmıştı. Beraber bardan çıkmış, köşedeki marketten iki şişe şarap almış ve eve gelmişlerdi. Şarapları içtikten sonra daha fazla dayanamayıp sevişmeye başlamış, sabaha karşı da yorgun düşüp uykuya dalmışlardı.
        Saatine baktığında öğleden sonra iki olduğunu farketti. Artık evden çıkıp okula gitmesi gerekiyordu, hatta geç bile kalmıştı. Yatağın kenarına oturdu, iyice gerindi, sonra hızlı bir şekilde çırılçıplak bedeniyle ayağa kalkıp koltuğun kenarında duran boxerına doğru yöneldi. Başı dönüyordu, dün gece fazla alkol almıştı. Adımlarını yalpalayarak atarken ayağı yerde duran ve dün akşamdan kalma iki şarap şişesine takıldı, dengesini kaybetti. Düşerken koltuğa tutunmaya çalıştı; ama beceremedi. Kafası kalorifere çarpmadan hemen önce yatağın kenarındaki notu ve parayı farketti. Kendini sadece "kullanılmış" hissederken başından aşağı kanlar süzülmeye başladı, gözleri açık ve notta kendini karanlığa bıraktı...



                                                                                             ... to be continued
       

2 Ocak 2012 Pazartesi

(A)fili Yalnızlık



        Uzun ve uykusuz geçen bir gecenin ardından gözlerini açtığında, perdenin arasından süzülüp gelen güneş ışığı ile sabah olduğunu anlamıştı. Yeni bir gün doğmak üzereydi, belki de çoktan doğmuştu. Her zaman olduğu gibi bu sabah da geç uyandığını düşündü. Gün başlamış, insanlar sokaklara dökülmüş, işine giden işine, okuluna giden okuluna çoktan gitmiştir diye geçirdi aklından. Zaman kavramını kaybedeli çok olmuştu. Günün herhangi bir saatinde uyuyabiliyor, herhangi bir saatinde uyanabiliyordu. Genelde geceleri uykusuz geçiyordu. Ne kadar ilaç, ne kadar uyku hapı varsa hepsini denemişti ama artık bedeni uykuyu kabul etmiyordu. Gece uyumak onun için zaman kaybı gibi gözüküyordu. Oysa yakalaması gereken bi zaman da yoktu! Kendinden vazgeçeli çok uzun zaman olmuştu. Sporu bırakmış, kilo almaya başlamıştı. Kimi zaman deli gibi yemeklere saldırırken, kimi zaman da gün boyu hiçbir şey yemeyip açlık hissetmiyordu. Kendini sigara ve içkiyle beslemek kolayına geliyordu; sonuçta uzun zamandır elinden düşmüyordu ikisi de.

        Yastığına daha da sıkı sarılıp odayı seyretmeye başladı; hemen yatağının kenarında duran iki şişe şarabı görünce dün geceden kalmış olabileceğini düşündü... Kimbilir belki de bir önceki geceden kalmıştı... Hayır hatırlamıyordu! Hemen yanında duran kül tablası ağzına kadar dolmuş, birkaç izmarit ve sigara külleri yere saçılmıştı. Ne zamandır kül tablasını boşaltmadığını düşünmeye çalıştı ama hayır! onu da hatırlamıyordu. Odanın dört bir yanına saçılmış iç çamaşırları, kıyafetler, çoraplar onu rahatsız etmiyordu. Derken mavi t-shirtünün yanında duran prezervatif kutusunu farketti. Etrafına saçılmış birkaç prezervatifin içi sperm doluydu. Tam o sırada farketti; mavi bir t-shirtünün olmadığını... Yatağın diğer tarafına döndüğünde karşılaştığı çıplak beden; dün geceye dair tüm kanıtları doğruluyordu. Dün gece yine seks yapmıştı!

        Yanında yatan çocuk derin bir uykudaydı. Bedeni çırılçıplak ve pürüzsüz. Dokunmak gelmiyordu içinden, nefret etmek istiyordu erkek bedeninden ama ne yaparsa yapsın onu cezbediyordu bu beden. Elini boxerından içeri soktu; çocuğun bedenini görür görmez sertleşmişti. Her sabah tek başına yaptığı mastürbasyonu, bu sefer yanında yatan çocuğun bedenini izleyerek yapmaya başladı. Asıldıkça zevke geliyor, bedeni kasılıyordu. Kasılmaların arttığı o en son noktada, göğsüne kadar fışkırtarak boşalmıştı.

        Yatağın kenarına oturduğunda vücudundan aşağı doğmayacak binlerce çocuk süzülmeye başlamıştı. Pisliğine aldırmadan bir sigara yaktı. Dün geceden kalma sigara dumanına yenilerini ekledi. Her çektiği nefes, kendi sonunu yazmaya yetiyordu. Başını ellerinin arasına aldı. Saçları darmadağınıktı. Uzun zamandır taramıyordu saçlarını... Sigarasını masanın kenarına iliştirip, vücudunu temizlemeye başladı. Spermlerinden iğreniyordu, kendinden iğreniyordu, yatağında yatan bu yabancı çocuktan iğreniyordu. Alelacele üzerine bir tshirt geçirdi, yatağın yanına bir not bıraktı ve derhal kendi evini terketti.
       
        Çocuk uyandığında notu gördü;
 " İsmini hatırlamadığım yakışıklı; mutfakta sıcak kahve var, kapıyı çıkarken çekersin, ayrıca paranı masanın üzerine bıraktım."


                                                                                                  to be continued ...

Tam (Z)amanında - 2





Sert bir pornoda sırtı duvara değen birinci tekil şahsım ' ben '.

Sevişirken kirli beyaz duvarlı bir benzinlik tuvaletinin sondan ikinci kabininde
Tanımadığım birinin defalarca iz bırakmasını izledim bedenimde,
Hep aynı yerinde takıldı o malum sahne, onunla her göz göze geldiğimde
Ve o kırık florasanın gelip giden ışığı altında bir ben kaldım, o sırtını bana dönüp gittiğinde
Bu izdiham bittiğinde, buldum kendimi 76 model bir Chevroletin dikiz aynasına yansıyan silüetimde
Darmadağınık saçlarım, patlamış dudağım ve bile bile kaybolmuş masumiyetim

Artık senden arta kalan ne varsa yine sende arıyorum, kimbilir belki bu benim son mağlubiyetim