Trenler bana hep ayrılığı hatırlatmıştır. Hep bir hüzün, hep bir ayrılık havası vardır benim için tren yolculuklarında. O büyü tren garına adımımı atar atmaz başlar. Elimdeki bilet, etrafımdaki insanlar, geçen dakikalar ayrı bir anlama bürünür gara girdikten sonra. “Zaman” önemlidir tren garlarında, hatta bu yüzden gözümüze sokarcasına kocaman saatler olur garların içinde. “Bak!” der saat, “Bak bunlar son vedalaşmalar”. Hareket vaktinden hemen önce vagonun önünde “giden” ve “kalan”ın son tangosu başlar. Vedalaşmanın en ağır hüznü çöker istasyona; su sızdırmayan son sarılmalar, kulağa fısıldanan son sözler ve yaşlı gözler... Sonra, vagondaki o rengi solmuş, kimbilir kaç ayrılığa kaç gözyaşına daha şahit olmuş, eski ve köhne koltuğuna kurulur “giden”. “Kalan”sa az sonra duyulacak son düdükle birlikte hareket edecek trenin peşinden koşma derdine düşmüştür şimdiden. Ritüel böyledir. Her ne kadar film tadında da olsa, o akşam Haydarpaşa’dan bindiğim Fatih Ekspresi’nin camından gördüğüm bu manzara bitmesini istemediğim bir vedalaşma sahnesiydi. Ancak saat tam 23:30’da trenin o çığlık kıvamında acı düdüğü duyuldu ve hemen arkasından tonlarca ağırlıktaki hantal vagonlar çift sıra demirin üzerinde hareket etmeye başladı. Vedalaşan çifti izlemeye o kadar kaptırmıştım ki kendimi, trenin acı çığlığıyla kendime geldim. O an farkettim; kimdi giden kimdi kalan?
Üç yıl süren ısrarlı davetlerin ardından ilk defa ve sonunda en yakın arkadaşımı görmek için Eskişehir’e yola çıkmıştım. Üniversiteyi üç yıldır Eskişehir’de okuyordu ama benim bir türlü onu ziyaret etmeye fırsatım olmamıştı. İşte sonunda trendeydim ve beş saat sonra ilk defa gideceğim Eskişehir’deydim. Mutluydum çünkü hem en yakın arkadaşımı görecektim hem de yeni bir şehir keşfedecektim. Oysa sadece haftasonu için gittiğim Eskişehir’de başıma geleceklerden tamamen bi’haberdim.
Gece 04:30 civarı Eskişehir Garı’na gelip trenden indiğimde ayaz iliklerime kadar titretmişti beni. Arkadaşımla kısa bir sarılıp koklaşıp hasret gidermenin ardından eve gidip direk yatmıştık. Sabaha doğru uyku sersemi, birinin sesini duydum; “kusura bakma gece uyanamadım gelemedim istasyona, hoşgeldin” diyordu ve bir yandan da üstümü sıkı sıkı örtüyordu. Gözümü açıp kim olduğuna baktığımda kankamın ev arkadaşını karşımda gördüm. Ela gözleri, sarı saçları ve bembeyaz dişleriyle karşımda duruyordu. Gülümseyip “hoşbuldum” dedim yeni gelin misali. İşte ilk karşılaşmamız o an gerçekleşti.
İlk gün Eskişehir’de ben, kankam ve ev arkadaşı sağlam bir tur attık. Espark, Anadolu Üniversitesi ve Porsuk Çayı’nı gezip, biryerlerde oturup eve döndüğümüzde saat 12’yi çoktan geçmişti. Ev arkadaşıyla günboyu yaptığımız muhabbet çok hoşuma gitmişti, çünkü ikimizin de kafaları birbirine çok benziyordu. Aynı şeylere gülüyor, aynı konular ve ortak düşünceler hakkında uzun uzun konuşabiliyorduk. Hoşlanmaya başlamıştım O’ndan, ama kankam benim gay olduğumu bilmediğinden ev arkadaşına sarkmam gibi bir durum söz konusu olamayacağı için bu düşünceyi hemen aklımdan çıkarttım. Yanıldığımı o gece evde olanlardan sonra anladım.
Üçümüz aynı odada yataklara uzandığımızda, kankam tek başına, ben ise ev arkadaşı ile beraber aynı yatağa uzanmışken buldum kendimi. Kankamın en büyük huyu yatar yatmaz uyuması ve yatak muhabbetine hiç katılmamasıdır. O gece de yine aynı durum sözkonusuydu. Ben ve ev arkadaşı aynı yatakta yüzlerimiz birbirimize dönük saatlerce muhabbet etmiştik. Arada uykumun bastırdığı ve gözlerimi beş dakikalık kapatıp açtığım her anda, O’nun bana biraz daha yaklaştığını hissettim. Muhabbetin bittiği an, dudaklarımızın arasında hiç mesafe kalmadığı andı. Beni oldukça uzun ve içten öptü defalarca. Kankam yüzünden diken üstünde olduğum için olayı daha fazla uzatmadan “iyi geceler” dedim ve arkamı dönüp uyudum. O gece yüzümde gülümseme, kalbimde mutluluk vardı.