28 Ocak 2011 Cuma

(H)aydarpaşa

      
  Trenler bana hep ayrılığı hatırlatmıştır. Hep bir hüzün, hep bir ayrılık havası vardır benim için tren yolculuklarında. O büyü tren garına adımımı atar atmaz başlar. Elimdeki bilet, etrafımdaki insanlar, geçen dakikalar ayrı bir anlama bürünür gara girdikten sonra. “Zaman” önemlidir tren garlarında, hatta bu yüzden gözümüze sokarcasına kocaman saatler olur garların içinde. “Bak!” der saat, “Bak bunlar son vedalaşmalar”. Hareket vaktinden hemen önce vagonun önünde “giden” ve “kalan”ın son tangosu başlar. Vedalaşmanın en ağır hüznü çöker istasyona; su sızdırmayan son sarılmalar, kulağa fısıldanan son sözler ve yaşlı gözler... Sonra, vagondaki o rengi solmuş, kimbilir kaç ayrılığa kaç gözyaşına daha şahit olmuş, eski ve köhne koltuğuna kurulur “giden”. “Kalan”sa az sonra duyulacak son düdükle birlikte hareket edecek trenin peşinden koşma derdine düşmüştür şimdiden. Ritüel böyledir. Her ne kadar film tadında da olsa, o akşam Haydarpaşa’dan bindiğim Fatih Ekspresi’nin camından gördüğüm bu manzara bitmesini istemediğim bir vedalaşma sahnesiydi. Ancak saat tam 23:30’da trenin o çığlık kıvamında acı düdüğü duyuldu ve hemen arkasından tonlarca ağırlıktaki hantal vagonlar çift sıra demirin üzerinde hareket etmeye başladı. Vedalaşan çifti izlemeye o kadar kaptırmıştım ki kendimi, trenin acı çığlığıyla kendime geldim. O an farkettim; kimdi giden kimdi kalan?
       
        Üç yıl süren ısrarlı davetlerin ardından ilk defa ve sonunda en yakın arkadaşımı görmek için Eskişehir’e yola çıkmıştım. Üniversiteyi üç yıldır Eskişehir’de okuyordu ama benim bir türlü onu ziyaret etmeye fırsatım olmamıştı. İşte sonunda trendeydim ve beş saat sonra ilk defa gideceğim Eskişehir’deydim. Mutluydum çünkü hem en yakın arkadaşımı görecektim hem de yeni bir şehir keşfedecektim. Oysa sadece haftasonu için gittiğim Eskişehir’de başıma geleceklerden tamamen bi’haberdim.
        Gece 04:30 civarı Eskişehir Garı’na gelip trenden indiğimde  ayaz iliklerime kadar titretmişti beni.  Arkadaşımla kısa bir sarılıp koklaşıp hasret gidermenin ardından eve gidip direk yatmıştık.  Sabaha doğru uyku sersemi, birinin sesini duydum; “kusura bakma gece uyanamadım gelemedim istasyona, hoşgeldin” diyordu ve bir yandan da üstümü sıkı sıkı örtüyordu. Gözümü açıp kim olduğuna baktığımda kankamın ev arkadaşını karşımda gördüm. Ela gözleri, sarı saçları ve bembeyaz dişleriyle karşımda duruyordu. Gülümseyip “hoşbuldum” dedim yeni gelin misali. İşte ilk karşılaşmamız o an gerçekleşti.
        İlk gün Eskişehir’de ben, kankam ve ev arkadaşı sağlam bir tur attık. Espark, Anadolu Üniversitesi ve Porsuk Çayı’nı  gezip, biryerlerde oturup eve döndüğümüzde saat 12’yi çoktan geçmişti. Ev arkadaşıyla günboyu yaptığımız muhabbet çok hoşuma gitmişti, çünkü ikimizin de kafaları birbirine çok benziyordu. Aynı şeylere gülüyor, aynı konular ve ortak düşünceler hakkında uzun uzun konuşabiliyorduk. Hoşlanmaya başlamıştım O’ndan, ama kankam benim gay olduğumu bilmediğinden ev arkadaşına sarkmam gibi bir durum söz konusu olamayacağı için bu düşünceyi hemen aklımdan çıkarttım. Yanıldığımı o gece evde olanlardan sonra anladım.
        Üçümüz aynı odada yataklara uzandığımızda, kankam tek başına, ben ise ev arkadaşı ile beraber aynı yatağa uzanmışken buldum kendimi. Kankamın en büyük huyu yatar yatmaz uyuması ve yatak muhabbetine hiç katılmamasıdır.  O gece de yine aynı durum sözkonusuydu. Ben ve ev arkadaşı aynı yatakta yüzlerimiz birbirimize dönük saatlerce muhabbet etmiştik. Arada uykumun bastırdığı ve gözlerimi beş dakikalık kapatıp açtığım her anda, O’nun bana biraz daha yaklaştığını hissettim. Muhabbetin bittiği an, dudaklarımızın arasında hiç mesafe kalmadığı andı.  Beni oldukça uzun ve içten öptü defalarca. Kankam yüzünden diken üstünde olduğum için olayı daha fazla uzatmadan “iyi geceler” dedim ve arkamı dönüp uyudum.  O gece yüzümde gülümseme, kalbimde mutluluk vardı.

  to be continued ...

25 Ocak 2011 Salı

(G)ece



Kaç gece daha harcamalıyız
o ulaşılmaz sevgiye ulaşabilmek için.
Kaç vücuda sarılmalıyız
birkaç gün sonra onun da geçmişe gömüleceğini bilerek.
Kaç sabah erkenden uyanıp ona kahvaltı hazırlamalıyız
çayını bitirip, ceketini alıp çıkacağını bile bile.
Kaç kez yağmur altında deli gibi sevişmeliyiz
yağmurun dinip güneşin çıkacağını hissederek.
Kaç aydönümünde heyecanla telefona sarılmalıyız
gelecek mesajın ayrılık mesajı olduğundan korkarak.
Kaç kere ellerini tutmalıyız sıkı sıkı
ellerinden kayıp gitme ihtimalini göze alarak.
Kaç baharda yeniden aşık olmalıyız
her sonbaharda kaybedeceğimiz o kadar aşikarken.
Kaç hayale ortak etmeliyiz O'nu
her hayalkırıklığında kalbimizi de kırarken.
Kaç kere telefonda konuşmalıyız
bir gece aramayı keseceğini bilerek.
Kaç pişmanlık yaşamalıyız
zamanında O'nun için değeceğini düşünerek.
Kaç damla gözyaşı dökmeliyiz
birgün gözyaşlarının durulacağına inanarak.
Kaç arkadaş muhabbetinde
her cümle arasında O'nu bulmaya devam etmeliyiz.
Kaç kıyafeti O'na yakıştırmalı
Kaç insanı O'na benzetmeli
Kaç sefer O'nu aramalı gözler.
Kaç gece daha yağmur sesi dinlemeliyiz
o ulaşılmaz sevgiye ulaşabilmek için ?

18 Ocak 2011 Salı

(F)arklılık



Sessiz kelimeler... Soğuk yüzler... Anlamsız sözcükler, hareketler... Gülümsemeler... Birliktelikler... Tekme-tokatlar... Sohbetler... Sıcak sohbetler... Mutlu hikayeler... Tekdüze yaşamlar... Yorgun savaşçılar... Kaybolan yaşamlar... Kaybolan suratlar... Zamansız saatler... Kuşlar... Kelimeler... Anlamsız profiller... Saçma fotoğraflar... Gözyaşları... Gereksiz inatlar... Uykusuz geceler... Yorgun gözler... Öpücükler... Gelecek planları... Geçmiş hesapları... Çıkar savaşları... Cevapsız aramalar... Aşk mesajları... Sessizlik... Bilek güreşleri... Gövde gösterileri... Çekip gitmeler... Zamansız dönmeler... Sarılmalar... Yüksek tansiyon... Adrenalin... Başarısız girişimler... Doymayan iştahlar... Alıp vermeler... Gidip gelmeler... Çocuk hikayeleri... Eski masallar... Dünden kalanlar... Yarına sarkanlar... Yola çıkanlar... Yolda kalanlar... Yoldan çıkanlar... Sıcak gülüşler... Anlamlı bakışlar... Yorgun gözler... Kırık kalpler... Soğuk geceler... Sıcak kollar... Uykulu gözler... Yaşlanmış sözler... Bilinmezlikler... Kuşku... Bekleme salonları... Meraklı bakışlar... Sonsuz yasaklar... Sevgi ...

                                                                                                          10 Kasım 2007

17 Ocak 2011 Pazartesi

(E)vcilik

        Bu yola bir kere girdikten sonra gerçekten çıkmak diye bir şey yok. Çünkü bir kere denedikten sonra insan daha iyi görebiliyor kendini, nelere ihtiyaç duyduğunu ve nelerden zevk aldığını... Benim için de durum bundan farksız olmadı. İstanbul Üniversitesi'nin o heybetli kapısında yaptığım ilk buluşmadan sonra olayın ardı arkası kesilmedi. Hayatıma başka insanlar girdi. Kimisi birkaç ay takılıp çıktı, kimisi benden yıllar aldı. Kimisi kendi derdine yanıp tutuştu, kimisinin en büyük derdi ben oldum. Kimisi hergün görüşebilmek için delirirken, kimisi ayda bir kere görüşmeyi yeterli buldu. Zaman zaman onları yaralayan ben oldum, kimi zaman da en derin yaraları alan yine bendim. Olayın sadece benim etrafında döndüğünü işte o zaman anladım. Evet birileri giriyordu hayatıma, ben onları hayatımın merkezi haline getiriyordum, sonra birgün ansızın çıkıp gittiklerinde avuçlarımda paramparça kalbimi tutan, yalnız başıma, yine ben oluyordum. Her gidişte tuzla buza dönmüş kalbim, her yeni başlangıçta yara bantlarına sarılmaktan başka çare bulamıyordu. Dedim ya, zaman zaman da ben giden oluyordum vicdanımın el verdiği müddetçe, içim rahat olduğu sürece. İşte şimdi anlatacağım bu olayda gitmeyi seçen taraf bendim. Çünkü kalmak da gitmekten farklı değildi.
        İlk resmi sevgilimin üstünden belli bir zaman geçtikten sonra ikinci resmi ilişkimi de yaşadım. Nette tanışmıştık. Birkaç hafta süren muhabbetin ardından kamera açmak istemişti. Açtık, gördük birbirimizi ve kapadık. Hemen arkasından bu akşam görüşmek istediğini söyledi. Aklımda kalan ilk ilişkimin tüm parçalarını ve O'nu unutmak için yattığım bedenleri bir kenara bırakmak istediğimden teklifini kabul ettim. Ve hazırlanmaya başladım.
        Deniz otobüsüyle Bostancı'ya geçtiğimde iskele çıkışında beni bekliyordu. Benden birkaç santim uzun ama yaşça altı yaş büyüktü. Hiçbir şekilde yaşla ilgili bir problemim yoktu yeterki gönüller bir olsun :). Buluştuktan sonra otobüse atayıp onun Ümraniye'deki evine doğru yol almaya başladık. Yalnız yaşıyordu. Evi kendi zevkine göre döşenmişti ve bence gayet iyi bir zevkti. Durumu zaten çok iyiydi. Ailesi Yeniköy'de yalıda oturuyordu. Otobüsten inerken yarım kalan muhabbetimizi eve geldiğimizde devam ettirmiştik. Şarap sevdiğimi MSN'de yaptığımız konuşmalar sırasında söylediğimden şarap almıştı. Şarabımızı içerken bir yandan da film izledik. Sabaha karşı uyumaya karar verdiğimizde dudağıma bir öpücük kondurdu ve uykuya daldık.
        İlişkimiz bir ay boyunca haftanın beş günü benim O'nda kalmamla devam ediyordu. İki günde bir şarap içip, yemek yiyip, film izlemek beraberken yaptığımız en büyük zevklerimizdendi. Geçen bir ay boyunca tam eş (karı-koca) modelini almaya başlamıştık. O her sabah işe giderken, ben de çıkıp okula gidiyordum. Okul dönüşü eve dönüp pinekleyerek O'nun işten gelmesini bekliyordum. Belki de canım - cicim aylarının en güzelini hayatımda ilk kez o zaman yaşamıştım. Ta ki benim doğum günüm gelene kadar ...
        Doğum günümde beraber değildik. İş sebebiyle O'nun Ankara ve Erzurum'a gitmesi gerekiyordu. İki hafta boyunca yoktu. Bir gün öncesinde doğum günümü hatırlatmama rağmen, o doğum günümü unuttu. Aslında bu benim için öyle çok büyük bir olay değildi. Ama benim için özel olan bir gündü ve hayatımın odak noktası olan bir insanın da bu günü unutmamasını istemiştim. Bir gün sonrasında hatırlattığımda ise "ne olacak canım geçmişse geçmiş seneye kutlarız" gibi bir cevap almam kalbimde olan kişinin asla doğru seçim olmadığını düşünmeme neden olmuştu.
        İş gezisi normalden iki hafta uzun sürmüş ve O dört hafta aradan sonra İstanbul'a dönmüştü. Ben o sırada Yalova'da yazlıktaydım. İstanbul'a gidip O'nu görmek hiç içimden gelmiyordu ama yoğun ısrarları yüzünden İstanbul'a, yine O'nun Ümraniye'deki evine gitmiştim. Bir hafta boyunca işten izin almıştı ve gece gündüz onunla evde olabilecektim. İlk günün akşamında O'nla yatağa girerken hiç istemediğim birşeyi yaptığımı farkettim. Artık O'ndan zevk almıyordum. Birini kalbimle severken bir anda beynim devreye girmişti ve bana O'nun doğru kişi olmadığını göstermeye çalışıyordu. Sevgiyi yüreğimden bir kere çıkarttığımda bir daha yerine koymam mümkün olmuyor. İlişkide tamamen beynimi kullanmaya başladığımda karşımdakine hiçbir şekilde sevgi veremiyorum. Bu durumu bir süre daha gözardı etmeye çalıştım. İki ay boyunca kendimi birşeylere zorlarken, artık inanmak istemediğim doğruların peşinde koşarken bulmuştum. Kalbim O'nda değilken, gözüm de O'nda olamıyordu. Bu yüzden yeni birilerini arama peşine düşebiliyordum zaman zaman.
        Yine O'nun iş gezilerinden birinde artık dayanamayıp devam etmek istemediğimi O'na söyledim. Kabul etmekte baya bir zorlandı. Hatta olayı beni tehdit etmeye kadar getirdi. Ama hesaba katmadığı tek şey, benim nerede oturduğumu bile unutmuş olmasıydı. Ayrıldıktan sonraki bir ay boyunca telefonla yoğun bir tacizde bulundu; geri dönmem, yine O'nda kalmam, O'nu sevmem gerektiğine dair... Ancak dediğim gibi; birini kalbimden çıkartmışsam O'nu tekrar oraya koymamın hiçbir yolu yoktu.
        İkinci sevgilimin de son kullanma tarihi dolarken öğrendiğim yeni birşey daha oldu; Ne kendimden çooook büyük, ne de kendimden çooook küçük insanlarla takılmamam gerektiği. Evet kafa bir yerde uyuşabilir ama eğer olgunluk konusunda bir uyuşma yoksa en büyük sorun işte o zaman başlıyordur. Yanımızda bulunmasını istediğimiz insanı seçerken belki de dikkat etmemiz gereken en önemli özelliklerden biri de bu olmalıdır.



(E)vcilik bölümü fotoğrafları için srcnlm teşekkürler :)

14 Ocak 2011 Cuma

(D)engesizlik

        O'ndan ayrıldıktan sonraki süreç boyunca hayatımın çok dengeli bir şekilde ilerlediğini söyleyemeyeceğim. En azından belli bir süre boyunca çok fazla dengesizliklerim oldu. Birinden ayrıldıktan sonra onu unutmak için yapılacak en kötü yollardan biriydi benim seçtiğim yol; "Başka bedenlerle onu unutmaya çalışmak". Şuan bile düşündüğümde iğrenç gelen bu yol, o an sanki tek çaremmiş gibi gözüküyordu gözüme. Oysaki başka insanlarla yattıkça O'nu aklımdan daha kolay çıkarabileceğim yalanından başka birşey değildi bu. Her yeni bedende O'nu hatırlıyordum, ama her yeni bedende O'ndan biraz daha uzaklaştığımı düşünüyordum. Eğer başarılı olabilseydim, şuan anlatacağım olay hiç başıma gelmemiş olurdu...
        Yine günübirlik ilişkilerimden birinde, bi çocukla tanıştım. O'nun amacı muhabbet etmekti, benim amacım belliydi; "duygusuz seks". Tanışmamızdan bir gün sonra bize geldiğinde de amacım hala aynıydı. Kısa bir muhabbetten sonra malum durumlar gerçekleşti aramızda. "Bu sefer tamamen farklıydı, O hiç aklıma gelmedi" diye düşünürken yeniden yanıldığımı seks sonrası yaptığımız muhabbette anladım.
        İkimiz de yatağa uzanmış sigara eşliğinde muhabbet etmeye başlamıştık. Konuşurken mutluydum, çünkü beni çok tanımayan biri vardı karşımda ve merakından sorduğu sorular hoşuma gitmişti. Konu konuyu açarken nerden geldiğimizi anlamadığım bir şekilde konuyu eski sevgilime getirmiştim. Bir an kendimi O'nu anlatırken buldum. Yanımda yatan çocuğun surat ifadesi, ben anlattıkça değişmeye başladı. Beni pür dikkat dinliyordu. Konuyu fazla uzatmamam gerektiğini anlayıp sigaramdan bir nefes daha çekerek ara verdim konuşmaya. O'nun suskunluğu işte o zaman bozuldu: "Anlattığın kişinin adı A... mı?" dediğinde tüm kanımın çekilip başımdan aşağı kaynar sular boşaldığını hissettim. "Evet" diyebildim, devamında gelişecek konuşmayı merak ederken. Yüzünde yarı zafer galibi yarı yitik bir edayla konuşmasına devam etti, sonra üstünü giyinip çıktı gitti.


        O akşam dünyanın ne kadar küçük olabileceğini bir kez daha anlamıştım. Unutmak için sarıldığım beden, eski sevgilimin benle beraberken yattığı kişi çıkmıştı. Yani kısacası "pişti" olmuştuk. Yaşamaktan hiç haz alınmayan bu durum karşısında tek bir karar verebilmiştim; "günübirlik ilişkiler her zaman eski sevgiliyi unutmaya yaramıyormuş." Tam tersine zaman zaman daha fazla yaralayıcı olabiliyormuş.
        İçimde tamamen yokolup giden bir sevgilinin ardından, o gece son günübirlik ilişkimi yaşamıştım.




13 Ocak 2011 Perşembe

(C)esaret

        Aramızdaki herşeyin havada asılı kaldığı bir dönemde ben küçük bir ameliyat oldum. Ameliyattan haberi vardı, ama artık görüşmediğimiz için hiçbir şekilde hastaneye geleceğini düşünmemiştim, ta ki O'nu kapıda görünceye kadar. Annemleri tanıdığı için hemen içeri buyur edildi. Yatağımın tam yanındaki sandalyeye oturduğunda uzun bir aradan sonra ilk defa O'na tekrar bu kadar yakın bir konuma gelmiştim. Kızgındım, kavgalıydım ve haklıydım ama bir o kadar da aşıktım. O benim ilkimdi ve sanki hiçbir zaman vazgeçemeyeceğimi düşünüyordum.


        Kısa bir hasta ziyaretinden sonra "Ben kalkayım" diyip ayaklandı. "Hoşçakal" dedim sadece, "Hoşçakal" diyebildi sadece. Ayağa kalkıp kapıya yönelmeden önce, odada bulunan ablama doğru yöneldi, kulağına birşeyler söyleyip elindeki poşeti verdi ve çıktı gitti. Ablama verdiğinin ne olduğunu o gittikten sonra anlayabildim; çikolata sevdiğim için bana iki tane kalp şeklinde çikolata almıştı. O gece çikolatalardan birini yedim, ama diğerini onunla "son" görüştüğümüz güne kadar sakladım.
       
        Ne kadar kolaydır varken yok etmek
        Ve ne kadar zordur yoktan var etmek

        O'nu en çok özlediğim akşam, O'nunla olan tüm ilişkimi bitirmeye karar verdiğim akşamdı. O akşam herşeyi göze alıp çıktım yola, ters ters yürüyen ayaklarım ve soğuk ellerimle o Nisan akşamı vardım evlerinin önüne. Üç kere uzun uzun çaldı telefon, tam kapamak üzereyken "Alo" dedi tanıdığım ama haftalardır duymadığım o ses. "Evinizin önündeyim, müsaitmisin" dedim. "Tabiki, geliyorum hemen" diyip kapadı telefonu. Beraber yemek yemeğe gittik. Yanımda birkaç yalan getirmiştim neden geldiğime dair, onları saldım ortalığa, yok olup gittiler sözcüklerin arasında. Veda ederken tutuştu ellerimiz ama bu sefer farklı... Daha bir arkadaşcasına, son söz dolaşıp durdu veda sahnesinin arkasında, sonsuzluğa doğru uzayıp yok olarak: "Kendine iyi bak, İyi bak, İyi ..."
        Ellerimiz ayrılırken farketti avucuna bıraktığım, bana aldığı çikolata paketinin kırmızı jelatinini. Yüzündeki o son şaşkınlık ifadesi geçmeden arkamı dönüp yürümeye başladım. Az önce son kez tuttuğum sıcacık ellerde eriyen elim, şimdi cebimdeki kalp çikolatamı eritiyordu...

        Not: Tüm suç o heybetli kapıdamıydı yoksa bende olan potansiyelden mi kaynaklanıyordu bilemem ama ilk ilişkimin giriş, gelişme ve sonuç kısımları böyleydi. Ayrıldıktan sonra üç yıl boyunca her sene aynı tarihte buluşup sinemaya gittik, son bir yıldır kendisiyle hiçbir şekilde iletişimim olmadı.

12 Ocak 2011 Çarşamba

(B)eklemek






Gecenin 02.00'sinde pembe duvarlara gitar eşliğinde gri notalar vururken tanıdım ben seni...
Cesurdun ve bir o kadar da dobra.
Ya da en azından ilk bakışta öyle görünüyordun.
Sesin vardı, sözlerle birleşip kalbime dolan,
Gözlerin vardı, en derinlerindeki yüreğine dek görebildiğim...
Gecenin 02.00'sinde sen vardın, bir de ben ...
                                                   Aralık 2006






        O gece hiç uyuyamadım. Sabah olup, hava aydınlanıncaya kadar O'nu izleyip, nefes alışverişini dinledim. Şuan sapıkça ve sadistçe gelen bu durum, o an çok hoşuma gitmişti. Bu toz pembe dünya benim için 2 ay boyunca devam etti, ta ki O'na gereğinden fazla değer verdiğimi anladığım güne kadar...

İmkansız Aşk : Şirin Baba ve Azman
İmkanlı Hali   : Azman tüm Şirinleri yiyecekmiş, birtek Şirin Baba hariç, onu seviyormuş. Şirin Baba da hayvanları çok seviyormuş, özellikle kedileri ...

Bu ilişkiden bir bok olmayacağı o zaman yazdığım günlükte aynen bu şekilde tarif edilmişti. Tek sorun farkedip, farketmemezlikten gelmekti.
        2006'nın 22 Aralık akşamı yatağıma uzandığımda içim hiç rahat değildi. Biryerlerde birşeyler olup bittiğini hissediyordum. İlk defa o zaman hislerime güvenmem gerektiğini farkettim. Gecenin bir yarısı üstümü giyinip çıktım evden, Taksim dolmuşlarına atlayıp Taksim'e varmam çok uzun sürmemişti. Gittiğim yer onun bana daha önce bahsettiği Gay Bar'dı. İçerde birbirini heran yatağa atma potansiyeli olan bir sürü erkeğin olduğu mekana girdiğimde ilk O'nu gördüm. Hayat zaman zaman ağır çekimde ilerler ya, işte o an benim için de aynısı geçerliydi; müzik yavaşladı, içerdeki vıcık vıcık dans eden erkek kalabalığı yavaşladı, O yavaşladı. Karşımda gördüğüm beden, gülümseme, gözler, dudaklar artık O'na ait değildi. İçerde geçen bir dakika, bana binlerceydi.
        Dolmuşa atlayıp eve dönerken boş gözlerle dolmuşun camından karlar altındaki İstanbul'a ve Marmara'nın serin sularına bakıyordum. Denizin üzerinde duran tankerlerin ışıklarını net göremiyordum. Önce yağan kar yüzünden olduğunu sandım, sonra bir erkek için ilk defa ağladığımı farkettim. Gözlerimi dolduran iki damla gözyaşı daha fazla dayanamayıp soğuk yanaklarımdan aşağı süzülürken radyoda çalan şarkıyı farkettim;
"O zaman kime tutunup kalalım ayakta,      
 O zaman ne mana var bu hayatta ..."


                                                                                                to be continued ...

(A)lışmak

        İstanbul Üniversitesi'nin Beyazıt'taki giriş kapısı her zaman mı öyle heybetliydi yoksa o gece bana birşeyler mi anlatmak istiyordu bilmem ama bundan yıllar yıllar önce bir erkekle ilk buluşmam işte o heybetli kapının önünde o akşam gerçekleşti. Şimdi artık klasikleşen o ilk tanışma muhabbeti o zamanlar çok daha sıradışı ve acayip görünürdü gözüme, e tabi bir de ilk olması ... O heybetli kapıya gelmeden önceki 2 hafta boyunca MSN üzerinden devam eden birbirimizi tanıma çalışmaları o akşam ilk defa yüzyüze gelerek son bulmaktaydı. Artık yeni bir sayfa açılıyordu önümde. Ya bu heybetli kapıyı heybetli bulmaya devam edip arkamı dönüp gitmeli ve evde kendi işimi kendim görmeye devam etmeliydim ya da o heybetli kapıdan geçip hayatımın tüm gidişatını, belki de hepsini, değiştirmeliydim. Tabiki ben o heybetin büyüsüne kapılıp balıklama daldım kapıdan...
       Gittiğimiz Cafe; Beyazıt sırtlarında, harika bir Galata Köprüsü ve Haliç manzarasına sahipti. İçerisi oldukça salaş ve bakımsız olmasına rağmen, cam kenarında sadece bir masa boştu. İçeri girer girmez ilgimi çeken manzara, masaya yerleştikten sonra da bir süre devam etti. Belki de camdan yansıyan O'nun görüntüsünü manzarayla birleştirmek hoşuma gittiğindendi, belki de zaman kazanmak adına yaptığım küçücük bir nabız yavaşlatma hareketiydi. Sessizliği bozup söze başayan ilk O oldu...
        Benden 2 yaş küçük olmasına rağmen bu konularda ustaca bir edası olduğu sanal ortamda yaptığımız konuşmalardan belliydi.  Cafe'de devam ettiği sohbetten de bunu anlamak hiç güç değildi. O akşam oturduğumuz cafe'de aklıma kazınan sadece iki şey vardı; biri onun her güldüğünde çıkan gamzeleri ve bana söylediği "Boşver, hiç bulaşma bu işlere" cümlesiydi. Oysa manzara çoktan çekmişti beni içine; O zamanlar sevmediğim şehir İstanbul, şimdi akşamın bu saatinde Altın Boynuz Haliç'i ve Galata Köprüsü'yle bu resmin kopmak istemediğim bir parçası yapmıştı beni.
        Racon nedir hiç bilmem. Benim bildiğim beraber bir cafe'de oturur sonra tıpış tıpış evine dönersin. Ama öyle değilmiş. Yoğun ısrarları sonucu cafe'nin ardından kendimi onun pembe duvarlı odasında bulmuştum. Ne yapmam gerektiğine dair hiçbir fikrim yoktu, tek istediğim O'nu bir kere de olsa öpmekti. Odasına girdikten sonra "Sana bir şarkı çalmak istiyorum" dediğinde bilgisayarını açıp çalacağını düşünmüştüm, oysa O gitarını alıp karşıma geçmişti. O zamana kadar hiç duymadığım, duysam da söyleyen kişi yüzünden iğrenç bulup değiştirme ihtimalimin olduğu bir şarkı başladı aniden ...
"Bağışlayın beni sevdalarım
Kendimi parçalara, ah, ayıramadım..."
Bedenim, kalbim, duvarlar, oda, Beyazıt, İstanbul, Dünya ... Hepsi aynı anda değişmeye başlamıştı, vücudumda dolaşan kan da bile hissedebiliyordum gitarın çıkardığı sesi ...
"Alın gidin korkularımı
Saçlarımı ellerinizle okşayın..."
                                                                                                                                   to be continued ...